“Bazı sınırlar kalemle çizilir, bazılarıysa kanla. Ama en ölümcül olanlar, hafızada olandır.”
1916 yılında bir masa etrafında, iki Avrupalı diplomat -İngiliz Mark Sykes ve Fransız François Georges Picot- Orta Doğu’nun kaderini cetvelle tayin etti. Bugün Filistin’de patlayan her bomba, Suriye’de yitirilen her yaşam ve Irak’ta yankılanan her çığlık, o masa etrafında atılan imzaların yankısıdır. Fakat bu olay sadece geçmişin bir anekdotu değil; o anlaşma bugün hâlâ hayattadır. Adeta bir jeopolitik lanet gibi.
Sykes-Picot’un ötesinde bir kavramdan bahsetmeliyiz: devletsel hafıza. Uluslararası ilişkiler, yalnızca çıkarların ve güç dengelerinin değil, aynı zamanda kolektif hafızaların da şekillendirdiği bir sistemdir. Bu hafıza; savaşlar, ihanetler, bölünmeler ve travmalarla doludur.
Devletlerin refleksleri, çoğu zaman bugünün değil, geçmişin yankılarıyla biçimlenir. Çin’in ‘yüzyıllık utanç’ söylemiyle Güney Çin Denizi’nde attığı adımlar, Rusya’nın Ukrayna işgaline yönelik Sovyet nostaljisi, İran’ın Şii Hilali, Suudi Arabistan’ın Vahhabi ihracı veya İsrail’in güvenlik devleti takıntısı; hepsi bu hafızanın canlı örnekleridir. Hafıza burada yalnızca bir geçmiş duygusu değil, aktif bir dış politika aracıdır.
Gazze: Açlığın, Diplomasiye Meydan Okuduğu Yüzyıl
2025 yılında yaşanan krizler, bu hafızanın diplomasi üzerindeki etkisini yeniden gündeme taşıdı. Gazze’de yaşanan açlık ve sistematik yardımsızlık, yalnızca bir insani kriz değil; uluslararası sistemin hafızasındaki Filistin’i öteki olarak kodlayan tarihsel sürekliliğin ürünüdür.
Birleşmiş Milletler (BM) temsilcileri, gıda dağıtımı yapamadıklarını çünkü konvoyların yağmalandığını söylüyor. Ancak sormak gerekir: Yağmalayan kim? Açlık sınırında yaşamaya mahkûm edilen halk, gıdayı gasp mı eder yoksa hakkını mı alır? Bu sorunun cevabı, uluslararası hukukun sınırlarını değil, ahlaki iflası tartışmaya açar. Gazze’de yaşanan her şey, insani yardım dilinin ne kadar politik bir silaha dönüştüğünü gösteriyor.
Dahası, Gazze’de yaşananlar Batı’nın “değerler temelli dış politika” iddiasını çürütmektedir. Eğer demokrasi, insan hakları ve özgürlükler Batı’nın merkez değerleriyse, bu değerler neden Gazze’de çalışmaz hale geliyor? Yanıt açıktır: Değerler, çıkarla çatıştığında ikinci plana itilir. 2025 olayları, ahlaki bir krizin değil, stratejik bir suskunluğun sonucudur. Bu suskunluk, aynı zamanda küresel düzenin ahlaki banknotu anlamına gelir.
Gazze’nin trajedisi, yalnızca İsrail-Filistin meselesinin değil, tüm uluslararası sistemin iflasını temsil eder. Çünkü sistem, “kimin acısı görünür olacak?” sorusunu rasyonel gerekçelere değil, politik tercihlere bırakmıştır. Bu noktada diplomasi bir çözüm değil, bir kaçış aracıdır. Gerçek çözüm, devletlerin çıkarlarını aşacak bir ahlaki mutabakat inşa edilene dek, yalnızca ütopya olarak kalacaktır.
Modern Diplomasi: Unutulmuş Suçlarla Yüzleşmekten Kaçmak
Bugünün müzakereleri bile dünün hayaletleriyle doludur. Moskova, Vatikan’ın masumiyetine değil, Batı’nın niyetlerine odaklanıyor çünkü hafızasında yer etmiş olan şey, “Barış getirdik” diyerek gelen füze bataryalarıdır. Bu, yalnızca Rusya’nın sorunu değildir; uluslararası ilişkilerde her devlet, kendi hakikatini geçmişten damıtır. Bu yüzden müzakerelerin zemini yalnızca diplomatik değil, psikoanalitik de olmalıdır. Rusya’nın Vatikan arabuluculuğuna şüpheyle yaklaşması ise ‘hafıza’nın uluslararası diplomaside nasıl işlediğine dair en çarpıcı örneklerden biri. 1990’lardan bu yana NATO’nun genişlemesiyle travmatize olmuş bir Rus dış politikası, artık her teklifi bir tuzak, her adımı bir komplo olarak görme eğilimindedir.
Diplomasi, teknik bir araç olmaktan çok, bir güven oyunudur ve bu oyun, tarihin gözleri önünde oynanır. Bu gözler, zaman zaman “geçmişi unutun” diyen realistleri bile kör edebilir.
Modern diplomasi, artık yalnızca geleceği değil, geçmişi de müzakere ediyor. Japonya’nın Çin’e karşı 20. yüzyıldaki savaş suçlarını tanımaması, bu iki ülke arasında hâlâ bir duvar örerken; Almanya’nın Holokost ile yüzleşmesi, İsrail ile kurduğu güçlü ilişkiyi mümkün kılıyor.
Bu fark, diplomasinin yalnızca hesap değil, aynı zamanda yüzleşme olduğunu gösteriyor. Günün sonunda hafıza, ne sadece bir yük ne de yalnızca bir geçmiş anlatısıdır. O, aynı zamanda geleceği inşa etmenin ön koşuludur. Geçmişi bastırmak değil, ondan öğrenmek uluslararası sistemin bugün ihtiyaç duyduğu ahlaki ve stratejik devrimin temelidir.
Realist teori, devletleri çıkar odaklı rasyonel aktörler olarak görür. Ancak diplomasi çoğu zaman, akılcı hesaplardan çok, inkâr edilmiş suçların gölgesinde yürür. 2025’te Gazze’de yaşanan insani trajediye karşı Batı’nın sessizliği, yalnızca stratejik değil; tarihsel sorumluluklardan kaçışın bir yansımasıdır. İsrail’in güvenlik argümanı, uluslararası hukuk önünde birçok defa sorgulanmışken; Batı’nın bu argümana dokunmaması, yüzleşilmemiş bir suçun devamıdır.
Batı, Filistin sorununu yalnızca güncel bir çatışma olarak değil, “sistematik olarak unutulması gereken bir problem” olarak kodlamıştır. Uluslararası hukuk, BM kararları, insan hakları beyannameleri; hepsi kâğıt üzerinde kalmakta, uygulanmamaktadır. Gazze’de yardımlar yağmalanırken, bu durum Batı basınında “kaos” olarak tanımlanmakta; bu tanım bile mağdurları fail yapmaktadır. Oysa diplomasi, suçların üzerini örtmek için değil, onları açığa çıkarmak için vardır.
Modern diplomasinin önünde iki yol var: Ya geçmişi tanıyarak geleceği yeniden inşa edecek ya da bastırılmış suçlarla geleceği zehirlemeye devam edecek. Bu nedenle, ‘gerçek diplomasi’ yüzleşmeyi değil; unutuşu teşvik etmeye devam ediyor. Bu durum yalnızca ahlaki değil, stratejik bir sorundur. Çünkü yüzleşilmeyen her tarih, yeni krizlerin davetçisidir.
Afganistan’dan Suriye’ye, Sudan’dan Gazze’ye uzanan krizler zinciri; Batı’nın sömürgeci diplomasi mirasıyla yüzleşmeyi sürekli ertelemesinin sonucudur. Modern diplomasi; soğukkanlı analiz değil, ahlaki sorumluluk gerektirir.
İran: Hafızanın Tazelendiği, Geleceğin Geciktiği Bir Müzakere
İran’ın 2025’te ABD ile yaptığı nükleer görüşmelerde ‘umut’ kelimesini kullanması, birçoklarına göre ironiktir. Çünkü bu iki devlet arasında umut ‘hep geç kalmış bir misafir’ olmuştur. 2015’te imzalanan JCPOA, Trump yönetimi tarafından bir gecede yırtıldığında, yalnızca bir anlaşma değil, bir güven ilişkisi de yırtılmıştı. Şimdi yeniden masaya oturmak, yalnızca teknik değil, travmatik bir eylem. İran, artık masaya yalnızca uranyum oranlarıyla değil, geçmişin ihanetleriyle geliyor. Kim tanınacak, kim özne olacak, kim geçmişi affedecek? Tahran’ın asıl amacı, Batı’nın onu sadece bir nükleer dosya değil, bir siyasi özne olarak kabul etmesini sağlamaktır. Hafıza, burada diplomasinin görünmez gündem maddesi hâline gelmektedir.
Ancak bu durum, İran’ın değiştiğini gösteriyor. 2022’de Mahsa Amini protestolarıyla başlayan toplumsal dönüşüm, devlet aklında da bir esneklik yarattı. Artık rejim, dış dünyayla kapışmak yerine, içerideki kırılganlığı onarma telaşında. Bu bağlamda nükleer adımlar, yalnızca Batı’ya değil, kendi halkına da bir mesaj: “Yalnız değiliz.” Ama bu mesajın alıcısı kim? Washington’da İran’a güvenmeyen Pentagon yetkilileri mi, yoksa Tahran’da Batı’nın oyunlarını ezberlemiş mollalar mı?
Nükleer gelişmeler bu nedenle bir diplomatik pazarlık değil, bir kimlik çatışmasıdır. İran, kendisini bir “devrim devleti” olarak tanımlamaktan, “normalleşen devlet” olmaya evrilmeye çalışıyor. Bu geçiş, yalnızca nükleer programı değil, İran’ın ontolojik güvenliğini tehdit ediyor. Çünkü nükleer silah, İran için yalnızca bir caydırıcı değil; aynı zamanda bir varlık göstergesidir. Batı’nın anlamakta en çok zorlandığı şey budur: İran uranyum zenginleştirerek değil, görülerek var olmak istiyor.
Bu süreçte ABD de değişti. Biden sonrası yönetim, çok kutuplu bir dünyada eski hegemonyanın kalıntılarını toparlamaya çalışıyor. Çin, Rusya, Hindistan ve Körfez ülkeleri arasında sıkışan ABD, artık İran’la bile makul ilişkiler kurmak zorunda. Bu zorunluluk, İran’ın kartlarını güçlendiriyor ama aynı zamanda pazarlığın bir savaş halini almasına neden oluyor. Çünkü her iki taraf da yalnızca bir anlaşmayı değil, kendi kimliğini savunuyor.
Jeopolitik Hınç: Kimlik Üzerinden Öç Almak
Uluslararası ilişkilerde genellikle göz ardı edilen ama stratejik derinliği yüksek olan bir kavram vardır: jeopolitik hınç. Bu duygu, yalnızca halklar arasında değil, devlet aklının ta kendisinde yer bulur. Özellikle post-sömürge toplumlar ve tarihsel travmalarla şekillenen devletler, yalnızca güvenlik ya da ekonomik çıkarlar için değil; geçmişin intikamını almak, kimliğini teyit ettirmek için de diplomasi yürütür. İran’ın nükleer programı bu bağlamda sadece caydırıcılık amacıyla değil, görünürlük ve tanınma mücadelesinin simgesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Jeopolitik hınç yalnızca Orta Doğu’ya özgü değildir. Çin’in Tayvan üzerindeki iddiası, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırganlığı, Hindistan’ın Pakistan’a yönelik dışlayıcı retoriği; hepsi tarihsel aşağılanma ve kayıpların diplomatik restorasyonudur. Bu duygular, sadece geçmişe dönük nostalji değil; aynı zamanda uluslararası sahnede hak iddia etme biçimleridir. Diplomasi, burada bir intikam aracı değil; kimliğin yeniden inşası için kullanılan bir platform hâline gelir.
Bu bağlamda İran’ın nükleer programını sürdürmesi, sadece teknik değil, varoluşsal bir meseledir. İran’ın genç nüfusu, dijital çağın farkında, ancak tarihsel hafızayla da derin bir bağ içerisindedir. Ülke, yalnızca Batı’ya değil, kendi halkına da mesaj vermektedir: “Biz unutmadık ve unutturmayacağız.” Bu söylem, diplomasiye sadece çıkar perspektifiyle yaklaşan teorileri yetersiz kılmaktadır. Hafızanın, kimliğin ve intikamın uluslararası ilişkilerde ne kadar belirleyici olduğunu gözler önüne sermektedir.
Son Söz: Diplomatik Gölgeyle Hesaplaşmak
Uluslararası sistem, artık yalnızca krizleri yönetmiyor aynı zamanda hayaletlerle mücadele ediyor. Bu hayaletler, tarihin unutturulmuş değil bastırılmış yüzleridir. Her diplomatik çıkmazda, her başarısız arabuluculukta, her zamansız suskunlukta geçmişin yankıları duyuluyor. 2025 yılında Gazze’den Ukrayna’ya, Tahran’dan Tayvan’a kadar uzanan tüm coğrafyalarda yaşanan çatışmalar, bugünün siyasi tercihleri kadar, geçmişin çözümsüz bırakılmış düğümlerinin de eseridir. Ve her düğüm, çözülmeden bırakıldığında bir sonraki felaketin ipini çeker.
Sykes-Picot gibi haritalar, yalnızca sınırları değil, hafızaları da çizdi. Bu çizimlerin mürekkebi kurumadı; çünkü uluslararası sistem onları hiç silmedi. Devletlerin arşivlerinde sakladıkları belgeler değil, unuttuklarını sandıkları suçlar yeniden sahneye çıkıyor. Modern diplomasinin trajedisi de burada başlıyor: Teknik müzakereler, ahlaki hesaplaşmaların yerini alamıyor. İnsani değerler, stratejik önceliklerin gölgesinde siliniyor. Gerçek şu ki, uluslararası ilişkiler bugün yalnızca realpolitik hesaplar üzerinden işlemiyor; kolektif travmalar, inkâr edilmiş suçlar ve bastırılmış yüzleşmelerle de biçimleniyor.
Geleceğin diplomasisi, artık yalnızca yeni anlaşmalar değil, yeni yüzleşmeler gerektiriyor. Çünkü barış, yalnızca güvenlikle değil, adaletle de mümkündür. Ve adalet, unutulanı değil, hatırlananı onarmakla başlar. Japonya’nın savaş suçlarıyla yüzleşmemesiyle Çin’in hâlâ mesafeli kalması, ya da Almanya’nın Yahudi Soykırımı ile yüzleşerek İsrail ile ördüğü ilişkiler ağı; diplomatik başarının yalnızca taktik değil, ahlaki derinlikle de bağlantılı olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla “diplomasi” kelimesinin anlamı da değişiyor. Artık bu söylem, sadece müzakere masasında alınan kararlar değil, tarih karşısında verilen bir vicdan sınavıdır.
Birleşmiş Milletler’in, Avrupa Birliği’nin ya da NATO’nun aldığı kararların etkisi, sadece güç dengesiyle değil, geçmişte tutulan ya da tutulmayan sözlerle ölçülmektedir. Diplomatik başarı, hafızayı bastırmakla değil, ona adil bir çerçeve sunmakla mümkün olur. Uluslararası aktörler, artık yalnızca ne yaptıklarını değil, neyi yapmadıklarını da açıklamak zorundalar. Aksi takdirde her çözüm önerisi, bir başka kuşağın isyanına kaynaklık edecektir.
Siber güvenlikten dezenformasyona, sığınmacı krizlerinden enerji diplomasisine kadar uzanan güncel dosyalar da bu geçmişle doğrudan ilişkilidir. Rusya’nın siber saldırıları, Çin’in bilgi kontrolü, ABD’nin Latin Amerika politikaları… Bunların hepsi, geçmişin hatıralarıyla bugünün çıkarlarının çarpıştığı alanlardır. Bu nedenle diplomasi artık yalnızca çıkar değil; karakter meselesidir. Bu bağlamda devletler için temel soru şudur: “Geçmişin gölgesiyle yüzleşmeden, geleceğe ne inşa edilebilir?” Yanıt belki bugün verilemez. Belki de verilmemelidir. Çünkü bazı cevaplar, zamana bırakılır. Ama zaman, unutanlara değil hatırlayanlara çalışır.

