26 Ağustos, Türk tarihinin iki büyük dönüm noktasına ev sahipliği yapmıştır: 1071 Malazgirt Zaferi ve 1922 Büyük Taarruz. Bu iki olay arasında yaklaşık dokuz asır vardır, fakat stratejik bağlam açısından dikkatli bir okuma yapıldığında, ikisinin de Anadolu’nun jeopolitik kaderini tayin ettiği görülür.
1071 Malazgirt Zaferi, yalnızca bir savaş kazanımı değil, aynı zamanda Bizans İmparatorluğu’nun askerî üstünlüğünü kırarak Anadolu’yu kalıcı Türk yerleşimine açan bir süreçtir. Alparslan’ın Bizans karşısındaki zaferi, ‘Anadolu’nun kapılarının Türklere açılması’ ile kalmamış aynı zamanda, Avrasya güç dengelerinde ciddi bir kırılma yaratmıştır. O gün itibarıyla Selçuklu İmparatorluğu, Doğu Akdeniz’den Orta Asya içlerine uzanan güç rekabetinde ana aktör haline gelmiştir. Batı Hristiyan dünyası için de ileride Haçlı Seferleri’ni tetikleyecek stratejik bir tehdit konumuna yükselmiştir. Malazgirt, bir bakıma Orta Çağ’ın ‘jeopolitik şoklarından’ biridir.
Aradan geçen yüzyıllarda Anadolu defalarca işgal, istilâ ve güç mücadelesine sahne oldu. Ancak 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz, bu coğrafyanın Türk milleti tarafından nihai kez savunulup tahkim edildiği gün olarak tarihe geçti. Mustafa Kemal Paşa önderliğinde yürütülen taarruz, sadece bir askerî harekât değil, Sevr Anlaşması’nın dayattığı sömürgeci haritalara karşı verilen stratejik bir karşı cevaptı. Yunan ordusunun imhasıyla sonuçlanan bu süreç, Batı Anadolu’yu kurtarmakla kalmadı, aynı zamanda Lozan’da uluslararası meşruiyetin önünü açarak Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini attı.
Malazgirt’te kazanılan zafer, Türklerin Anadolu’ya girişini; Büyük Taarruz ise Türklerin bu topraklarda kalışını kesinleştirdi. Her iki savaş da uluslararası ilişkiler literatüründe “kurucu zaferler” kategorisine girecek niteliktedir. Biri göçebe imparatorlukların dünyasında yeni bir siyasi aktörün yükselişiyle, diğeri emperyalist paylaşım düzenine meydan okuyarak ulus-devlet modelinin tesis edilmesiyle tarihe geçti.
Bugün Türkiye’nin jeopolitik konumunu değerlendirirken bu tarihsel devamlılığı göz ardı etmek mümkün değildir. 1071’de başlayan Anadolu merkezli kimlik inşası, 1922’de modern devlet formuna kavuşmuştur. Bu sürekliliğin bilincinde olmak, Türkiye’nin yalnızca bir ‘bölgesel güç’ değil, aynı zamanda tarihsel derinliği olan bir ‘medeniyet devleti’ olduğunu anlamak açısından elzemdir.
Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu jeopolitik tehlikeleri aşabilmesi için, 1071’in cesaretini ve 1922’nin stratejik aklını birlikte hatırlaması gerekir. Malazgirt’te sergilenen ileri görüş ve özgüven, Büyük Taarruz’da planlı, disiplinli ve kararlı bir stratejiyle birleşmişti. Bugün de aynı ruh; Doğu Akdeniz’den Kafkasya’ya, Orta Doğu’dan Karadeniz’e uzanan karmaşık jeopolitik denklemleri doğru okumak, bölgesel güç dengelerini iyi analiz etmek ve ulusal çıkarları akılcı bir stratejiyle savunmak için elzemdir.
Çünkü tarih bize şunu öğretir: Milletler, cesaretlerini akılla yoğurduklarında kalıcı olurlar. Tesadüfler geçicidir; süreklilikler ise güçlü bir vizyon ve bilinçli adımlarla yazılır.




