Ekonomik Adalet, Toplumsal Temsil ve Uluslararası Sorumluluk Üzerine Bir Değerlendirme
2025 yazı, yalnızca yükselen sıcaklıklarla değil; artan toplumsal tansiyonla da Türkiye’yi kavuruyor. Son dönemde yaşanan bazı olaylar, artık münferit vakalar olmaktan çıkıp, daha derin ve yapısal sorunların belirtileri hâline geliyor. Bu bağlamda, geçtiğimiz günlerde Leman dergisinde Peygamberimiz Hz. Muhammed’e yönelik yayımlanan karikatür, sadece bir yayıncılık hatası değil; aynı zamanda ifade özgürlüğü, kültürel saygı ve toplumsal temsil sınırları üzerine ciddi bir sorgulamayı da beraberinde getiriyor.
Söz konusu karikatür, milyonlarca insanı ve İslam dünyasını derinden yaralayan bir saygısızlık olarak geniş kesimlerde tepki topladı. Elbette modern demokrasilerde ifade özgürlüğü esastır; ancak bu özgürlük, başkalarının kutsallarını hedef aldığı noktada, toplumsal barışı tehdit eden bir araca dönüşebilir. Bu olay, Türkiye’nin yalnızca siyasal ya da ekonomik değil; değerler temelinde de bir kırılma süreciyle karşı karşıya olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
İşte bu noktada Türkiye, birbirini besleyen ve iç içe geçmiş üç temel sınavla karşı karşıyadır:
- Ekonomik adaletin sağlanması,
- Toplumsal temsilin güçlendirilmesi ve kültürel duyarlılıkların korunması,
- Uluslararası sorumlulukların etik temelde yeniden tanımlanması.
Bu sınavlar, birbirinden kopuk değildir. Bir alandaki zafiyet, diğerlerinde kırılmaya neden oluyor. Bu nedenle yalnızca ekonomik göstergelerle değil; toplumsal huzurla, yalnızca dış politik hamlelerle değil; insani diplomasiyle, yalnızca yasal düzenlemelerle değil; vicdanla inşa edilen bir gelecek tasavvuru zorunlu hâle geliyor.
Ekonomide Sürdürülebilirlik ve Adalet İhtiyacı
Türkiye İstatistik Kurumu’nun açıkladığı %35’lik enflasyon oranı, yüzeyde iyimser bir tablo sunsa da; bu veriler, vatandaşın yaşadığı gerçek ekonomik sıkıntıları tam anlamıyla yansıtmaktan uzaktır. Genç işsizliğinin %28’lere ulaştığı, büyük şehirlerde kira bedellerinin asgari ücreti aştığı bir ortamda, istatistiklerin umut vermesi yeterli değildir.
Ekonomik büyüme, halkın yaşam kalitesine doğrudan yansımadığı sürece sürdürülebilir olamaz. Bu durumun analizcilerinden biri, Fransız iktisatçı Thomas Piketty‘ye göre:
“Eşitsizlikle mücadele teknik değil; politik bir tercihtir.”
Bu bakış açısı, Türkiye’nin ekonomik büyümeyi sürdürülebilir kılmak için, yalnızca sayısal verilerle değil; güçlü bir siyasal irade ve adil paylaşım anlayışıyla hareket etmesi gerektiğini göstermektedir..
Bugün ülkenin ihtiyacı olan şey, büyümeyi adil biçimde dağıtacak bir vizyon ve gelir eşitsizliğini azaltacak reformlardır. Vergi sisteminde adaletin sağlanması, sosyal harcamaların artırılması ve genç işsizliğiyle mücadeleye yönelik politikaların kararlılıkla uygulanması, bu sürecin temel yapı taşlarıdır.
Toplumsal Temsil ve Yeni Kuşakların Kimlik Arayışı
Türkiye’de son yıllarda gözlenen aile yapısındaki değişim, doğurganlık oranlarındaki düşüş ve eğitimli gençlerin yurtdışına yönelme eğilimi; sadece demografik dönüşümü değil, aynı zamanda aidiyet duygusunun erozyona uğradığını da göstermektedir. Bu sürecin en çarpıcı boyutu, genç kuşakların giderek artan şekilde, bu ülkeye olan aidiyetlerini sorguluyor olmasıdır.
Bu kırılma yalnızca ekonomik gerekçelerle açıklanamaz. Sosyolojinin kurucu isimlerinden Émile Durkheim, toplumsal normların çözülmesi ve kolektif bilincin zayıflaması durumunu “anomi” kavramıyla açıklar. Bugünün Türkiye’sinde, birçok genç birey, yönünü yitirmiş, tutunacak ortak değerler bulmakta zorlanmaktadır. Bu da yalnızlaşma, güvensizlik ve aidiyetsizlik hissini derinleştirmektedir.
Aynı zamanda bu durum, bireysel düzeyde bir varoluş krizine işaret eder. Max Weber’in çerçevesine göre, bireylerin eylemleri yalnızca yapısal zorunluluklardan değil; anlam, tutarlılık ve değer arayışından da beslenir. Günümüz gençliği yalnızca geçim sıkıntısıyla değil; ifade özgürlüğü, temsil hakkı ve öngörülebilir bir gelecek talebiyle de mücadele etmektedir.
Öte yandan, dijitalleşmenin toplumsal yapıyı dönüştürdüğü bir çağda yaşıyoruz. Manuel Castells’in “ağ toplumu” yaklaşımında belirttiği gibi, bireyler artık kimliklerini yalnızca geleneksel yapılar üzerinden değil; dijital ağlar, çevrimiçi topluluklar ve sanal etkileşimler yoluyla inşa etmektedir. Bu bağlamda gençlerin yurtdışına yönelimi yalnızca ekonomik değil; zihinsel, kültürel ve değer temelli bir yeni varoluş arayışının da ifadesidir.
Bu çok katmanlı dönüşüm, yalnızca politik söylemlerle karşılanamaz. Gençlerle yeniden bağ kurmak, onların taleplerine kulak vermek ve temsil alanlarını genişletmek, hem siyasal sistemin meşruiyeti hem de toplumsal barış açısından elzemdir. Sivil toplumun güçlendirilmesi, katılımcı platformların desteklenmesi ve gençlerin karar alma süreçlerine aktif biçimde dahil edilmesi, bu kopuşun onarılmasına katkı sunacaktır.
Ortadoğu’da Derinleşen Krizler ve Vicdan Diplomasisi
Ortadoğu’da süregiden çatışmalar, uluslararası hukukun işlevselliğini ciddi biçimde sorgulatan bir noktaya gelmiş durumda. İran ile İsrail arasındaki gerilim, Gazze’de devam eden saldırılar ve Suriye’deki insani felaket, bölgedeki istikrarsızlığın giderek derinleştiğini gözler önüne seriyor. En acı verici olan ise, sivillere yönelik sistematik hak ihlallerinin artık haber değeri taşımayacak kadar sıradanlaşmasıdır.
Birleşmiş Milletler Şartı’nın 2(4) ve 51. maddeleri, kuvvet kullanımını açıkça sınırlandırırken; 1949 tarihli Cenevre Sözleşmesi, sivillerin korunmasını zorunlu kılar. Ne var ki, bu ilkeler çoğu zaman yalnızca metinlerde kalmakta; sahada karşılığı olmayan birer norm hâline gelmektedir. Uluslararası cezasızlık ortamı, devletleri daha pervasız kararlar almaya teşvik ederken, sivilleri ise daha da savunmasız bırakmaktadır.
Bu noktada Türkiye’nin üstleneceği rol, sadece “denge politikası” yürütmekle sınırlı kalmamalıdır. Vicdanı esas alan, insan haklarını merkeze koyan ve bölgesel barışı hedefleyen bir dış politika anlayışı; hem etik bir gereklilik hem de uzun vadeli stratejik bir ihtiyaçtır. Türkiye’nin insani yardım diplomasisi kapasitesini artırması ve uluslararası platformlarda daha görünür hâle gelmesi, bu vizyonun hayata geçirilmesine katkı sağlayacaktır.
Sonuç: Değer Temelli Bir Gelecek Mümkün
Türkiye bugün; ekonomik adaletin tesisi, toplumsal temsilin güçlendirilmesi ve uluslararası sorumlulukların yerine getirilmesi gibi üç temel sınavla karşı karşıyadır. Bu sınavlar birbirinden bağımsız değildir; aksine her biri, diğerini doğrudan etkileyen dinamiklerle örülüdür.
Eğer bir toplum, kriz anlarında dahi hukuku, vicdanı ve insan onurunu koruyabiliyorsa; geleceğini de kendi elleriyle inşa edebilir. Türkiye’nin gerçek gücü yalnızca ekonomik göstergelerde değil; adalet anlayışında, toplumsal güven duygusunda ve evrensel değerlere bağlılığında saklıdır.
Çünkü güçlü bir toplum, yalnızca büyüme rakamlarıyla değil; insanına verdiği değerle, kurduğu toplumsal dengeyle ve taşıdığı küresel sorumluluk bilinciyle yükselir.
Konuk Yazar
Rabia Çelikoğlu
Siyaset Bilimci


