Tünelin sonunda bir ışık görmek, insana çoğu zaman umut verir. Karanlık günlerin biteceğine, zor zamanların ardından bir nefes alınabileceğine dair içsel bir inanç taşırız bu ışığa. Ancak insanlık tarihi bize şunu öğretti: Görünen her ışık bir kurtuluşun habercisi değildir. Bazen o ışık, üzerimize hızla gelen bir trenin farı olabilir.
(İran – İsrail Savaşı)
Özellikle savaş söz konusu olduğunda, bu metafor daha da anlam kazanır. Savaş, çoğu zaman barış kılığında gelir ama ardında yalnızca yıkım ve derin bir insanlık krizi bırakır.
Tarih, savaşların aslında hiçbir şeyi kalıcı biçimde çözmediğini defalarca göstermiştir. Antik çağlardan modern ulus devletlerin doğuşuna, iki dünya savaşından günümüz bölgesel çatışmalarına kadar savaş, hep, “mecburiyet” kılıfına sarılmıştır. İnsanlar, savaşın sonunda, “kalıcı barışa” ulaşacaklarına inandırılmıştır. Ancak her seferinde aynı senaryo tekrar etmiştir: Büyük bir çatışma, ardından kısa süreli bir ateşkes, sonra yeni bir kriz ve tekrar patlayan savaş. Bu kısır döngü, insanlığın kolektif hafızasındaki en büyük trajedidir belki de. Unuturuz.
Unutmakla kalmaz, bazen aynı hataları daha büyük hevesle tekrar ederiz. Bugünün düşmanı, dünün dostudur; bugünün müttefiki, yarının tehdidi. Devletler, ideolojiler, sınırlar ve iktidarlar değişir ama savaşın mantığı hep aynı kalır: “Karşı taraf yok edilmeden barış gelmez.” Bu, yüzyıllardır süren bir yanılsamadır.
Savaşlar çoğu zaman kahramanlık hikâyeleriyle, ulusal onurla ya da kutsal dava söylemleriyle süslenir. Bu anlatılar, toplumları şiddete ikna etmek için kullanılan duygusal araçlardır. Savaşın etik dışı doğasını görünmez kılmak için mitler yaratılır. Ancak bu mitolojiler, savaşın bireyde ve toplumda yarattığı onarılamaz tahribatı gizleyemez.
Savaşın gerçek yüzü, çoğu zaman kameralardan, siyasi nutuklardan ve haber bültenlerinden uzaktadır. Gerçek savaş, enkazların altında kalan çocukların sessizliği, kolunu bacağını kaybetmiş yaşlıların boş bakışları, kullanılan ve katledilen hayvanlar, sevdiklerini toprağa veren annelerin haykırışıdır. Ve ne yazık ki bu sesler, politik menfaatlerin uğultusu arasında duyulmaz hâle gelir.
Barış, yalnızca savaşsızlık hali değildir. Barış, karşılıklı güvenin, adaletin, eşitliğin ve hakikatin kurumsallaşmış halidir. Bir toplum, yalnızca savaşı durdurmakla barışa ulaşamaz. Barış, toplumsal travmalarla yüzleşmeyi, adaletsizlikleri gidermeyi ve geçmişle hesaplaşmayı da gerektirir.
Örneğin, II. Dünya Savaşı sonrası Almanya’da gerçekleştirilen “Vergangenheitsbewältigung” (geçmişle başa çıkma) süreci, sadece Nazi rejiminin suçlarını ortaya koymakla kalmadı; aynı zamanda kolektif hafızanın dönüşmesine katkı sundu. Bu, barışın sadece bir politika değil, aynı zamanda bir bilinç inşası olduğunu da ortaya koyar.
Bugün dünyanın birçok yerinde savaş halâ bir çözüm aracı olarak görülüyor. Ancak teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, silahlar ne kadar “akıllı” hale gelirse gelsin, savaşın akıbeti değişmiyor. Ölen, yine çocuklar. Yiten, yine umutlar. Kazanan, yine silah tüccarları ve siyasi çıkar odakları. Ama tüm bu karanlığın içinde, hâlâ umut var. O umut, barış için sokaklara çıkan gençlerde, sınır tanımayan doktorlarda, savaş bölgelerinde eğitim vermeye çalışan öğretmenlerde, hayatta kalmayı seçen çocuklarda, evini terk etmek zorunda kalan ama hâlâ bir gün dönebileceğini düşleyen göçmenlerde yaşıyor. Umut, barışın mümkün olduğuna inanan insanlarda yaşıyor. Bu insanlar az olabilir ama tarih boyunca dünyayı değiştirenler hep azınlıktı zaten.
Tünelin sonundaki ışık, ne bombaların parıltısıdır ne de silahların yansıması. O ışık, insanlığın ortak vicdanında, aklında ve kalbindedir.
Savaş, hiçbir zaman bir cevap olmadı; yalnızca daha büyük sorular yarattı.
Çünkü ışık, dışarıdan gelmez. Işık, biziz. Ve o ışığın gücüne inanırsak, karanlık ne kadar yoğun olursa olsun, aydınlığı yeniden inşa edebiliriz.
Işık, Bizim Elimizde
