Öğütülmüş Mahalleler “Keşmekeş sokak” diyorsunuz. Bu, artık tanıdık yüzlerin selamlaştığı, çocuk sesleriyle çınlayan bir sokak değil. Günün her saati akan bir insan ve araç nehri. Herkes bir yere yetişmek için koşturuyor ama kimse birbirini gerçekten görmüyor. Eski mahallede sokak, evin bir uzantısıydı. Şimdi ise, evle iş arasında geçilen, tehlikeli ve yabancı bir geçit. Bu keşmekeş, bir yabancılaşmanın gürültülü zeminidir.
Peki, bu keşmekeşin içinde neyi kaybettik? Mahalle kültürünü. Bu kültür, benliğimizde adeta bir “coğrafi keşif” haritası gibiydi. Çocukken, mahallemiz dünyayı keşfettiğimiz ilk kıtaydı. Şu bakkalın kedisi yavrulamıştı, şu teyzenin gülü en güzel kokardı, şu ağacın dalına en iyi ben tırmanırdım. Her köşesi, her sakini bu haritada özel bir işaretti. Bu keşif, bize aidiyet, güven ve sınırları olan bir dünya verirdi. Mahalle, kim olduğumuzu anlatan ilk hikâyeydi.
Ancak, bu nostaljik tablonun gölgesinde kalan, eleştirilmesi gereken yanları da vardı. Mahalle, sadece sıcak bir yuva değil, aynı zamanda bir sosyal kontrol ve baskı aracı da olabiliyordu. “El âlem ne der?” kaygısı, bireysel özgürlüğün önüne set çekebiliyor, farklı olana karşı bir direnç oluşturabiliyordu. Komşuluk ilişkileri, bazen dayanışmadan çok, dedikoduya ve yargılamaya zemin hazırlayabiliyor, insanların özel hayatları mahallenin ortak gündemi haline gelebiliyordu. Eski mahalle, aynı zamanda dışlayıcı ve değişime kapalı bir yapıyı da içinde barındırıyordu. Bu nedenle, bugünkü bireyselliğe sığınışın bir sebebi de, belki de o eski baskıdan kaçma arzusu olabilir.
Modern hayat, bu kadim haritanın üzerine büyük, gri bir baskı resmi gibi yapıştı. Betonarme siteler, anonim alışveriş merkezleri, her yeri aynılaştıran zincir mağazalar… Bu, bir “dirençsizlik”. Artık yeni bir şey keşfetmiyoruz; bize dayatılan, standartlaştırılmış bir mekânı tüketiyoruz. Bakkalın yerini market, mahalle kahvesinin yerini ulusal bir kahve zinciri aldı. Artık manavla kirazın tatlılığı hakkında sohbet etmiyoruz; paketteki ürünü sepete atıp çıkıyoruz. Bu baskı, bizi köklerimizden koparıyor ve her yere uyum sağlayan, ama hiçbir yere ait olamayan “küresel vatandaşlar” haline getiriyor.
İşte tam da bu noktada, kaybettiğimiz o sıcak kültürün enkazı, bir “yapı taşı” olmaktan çıkıp bir “çöplüğe” dönüşüyor. Eskiden komşunuzun sizin için ayırdığı taze börek, bir yapı taşıydı. Dayanışmanın, güvenin sembolüydü. Şimdi ise aynı apartmanda yıllardır tanımadığımız komşularımızın çöp kutusuna sıkışmış anılar, yalnızlıklar ve yabancılıklar var. O güzelim değerler, bu modern kentin çöplüğünde kaybolup gidiyor.
Ve ne yazık ki, bizler bu çöplüğün içinde “öğütülmüş yaşamlar” haline geliyoruz. Sürekli bir koşuşturmaca, bitmeyen faturalar, sosyal medyadaki kusursuz hayatların baskısı… Tıpkı bir öğütücüden geçer gibi, bireyselliğimiz, yavaş ritmimiz, derin ilişkiler kurma yetimiz parçalanıyor. Her gün aynı keşmekeşe maruz kalarak, ruhumuz yoruluyor ve tükeniyor. Komşumuzun hasta olduğunu bilecek kadar bireyseliz, ama dünyanın öbür ucundaki birinin tatil fotoğraflarını izleyecek kadar “bağlıyız”. Bu, büyük bir paradoks.
O eski mahalle kültürü sadece bir nostalji, bir “geçmiş güzel günler” özlemi değil. İnsanı insan yapan, yalnızlığa karşı bir panzehir, dayanışmanın pratiğe döküldüğü bir okuldu. Keşmekeş sokaklar ve onun getirdiği coğrafi baskı, bu kültürü bir çöplüğe dönüştürdü. Bizler de bu değişimin içinde, aidiyet duygusunu ve yavaşlığı özleyerek, bazen farkında bile olmadan öğütülüyoruz.
Belki de yapmamız gereken, o çöplüğün içinden kaybolmaya yüz tutmuş o “yapı taşlarını” bulup çıkarmak. Belki apartman girişinde bir merhaba, ihtiyacı olan bir komşuya küçük bir yardım veya mahallemizdeki küçük esnafla kurduğumuz iki çift samimi söz, bu öğütücü makinenin dişlileri arasına attığımız küçük taşlar olabilir. Unutmayalım, her bina yapı taşlarıyla ayakta durur. Bizler de ancak birbirimizin yapı taşı olursak, bu keşmekeşin çöplüğünde kaybolup gitmeyiz.




