İnsanın “gerçek” dediği şey, nedir? Dışarıda, bizden bağımsız, katı ve mutlak bir şey mi, yoksa zihnimizin duyular aracılığıyla yarattığı bir yansıma mı? Bu kadim soru, felsefenin ve mitolojinin temelini oluşturur. “Varoluşsal gerçeklik” ile “algısal yansıma” arasındaki o ince ve gizemli bir perde.
Varoluşsal gerçeklik, eğer varsa, bizim ona dair tüm kavramlarımızın, dilimizin ve duyularımızın ötesinde yer alır. Lao Tzu’nun Tao Te Ching’de söylediği gibi: “Adlandırılabilen Tao, sonsuz ve ezeli Tao değildir.” Bu, gerçekliğin özünün, onu tanımlamak için kullandığımız her şeyden (algı, dil, mantık) bağımsız olduğunu gösterir. Tao, varoluşsal gerçekliğin ta kendisidir; sessiz, karanlık, sınırsız ve tanımlanamaz bir bütünlük. Bizim “algısal yansımamız” ise, bu bütünlüğün parçalanmış, renkli, sesli ve dokunulabilir bir yanılsamasıdır.
Platon’un Mağara Alegorisi, algısal gerçekliğimizin doğasını anlamak için belki de en mükemmel mitolojik-felsefi örnektir. Mağaranın duvarına yansıyan gölgeler, mahkumlar için “tek gerçeklik”tir. Onlar için gerçek olan, gölgelerin hareketleri, şekilleri ve birbirleriyle olan ilişkileridir. Tıpkı bizim için duyularımızla algıladığımız, beynimizin yorumladığı dünyanın “gerçek” olması gibi.
Ancak esas mesele şudur: Algı, gerçeğin kendisi değil, onun bir yorumudur. Görme yetimiz elektromanyetik spektrumun sadece küçük bir kısmını, işitme yetimiz belirli frekans aralıklarını yakalar. Bir köpeğin, bir yunusun veya bir arının algıladığı gerçeklik bizimkinden kökten farklıdır. O halde hangisi “hakiki” gerçekliktir? Mağaradaki mahkum, dışarı çıkıp gözleri kamaştığında, asıl gerçeğin gölgeler değil, onları yaratan ateş ve nesneler olduğunu anlar. Bu, insanın felsefi arayışının, spiritüel uyanışının bir metaforudur: Algının ötesine geçmek.
Hint felsefesindeki Maya kavramı, bu durumu daha da derinleştirir. Maya, evrenin “illüzyon” veya “büyü” olarak adlandırılan yanılsamasıdır. Bu, dünyanın var olmadığı anlamına gelmez; onu algılama biçimimizin nihai gerçeği yansıtmadığı anlamına gelir. Tıpkı bir sihirbazın el çabukluğuyla bize var olmayan bir şeyi varmış gibi göstermesi gibi, Maya da zihnimize, ayrılmış bireyler ve nesnelerden oluşan bir dünya sunar. Oysa nihai gerçeklik tektir ve değiştirilemez mi ? Acaba…
Burada çarpıcı olan şudur: Algı, gerçeği yalnızca yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda onu aktif olarak “yaratır” veya “şekillendirir”. Bir heykeltıraşın mermerin içindeki formu ortaya çıkarması gibi, zihnimiz de ham duyusal veriyi alır ve onu anlamlı nesnelere, mekanlara ve ilişkilere dönüştürür. Biz “ağaç” görürüz; ama aslında retinanıza düşen ışık, beyninizin yaptığı bir yorum ve ona yüklediğiniz “ağaç” kavramıdır.
Yunan mitolojisindeki Narkissos (Nergis) hikayesi, bu felsefi derinliği kişiselleştirir. Narkissos, sudaki yansımasını görür ve ona, olduğu gibi, “dışarıdaki” mutlak bir gerçeklikmişçesine aşık olur. Ona kavuşmaya çalışır ama her dokunuşunda yansıma bozulur. Sonunda, o yansımanın, yani algısının esiri olur ve orada tükenip gider.
Narkissos’un trajedisi şudur: O, algısının gerçeğin kendisi olduğunu sanmıştır. Oysa gördüğü, sadece kendi varlığının bir yansıması, bir yanılsamaydı. Bu, insanın kendi zihninin ürünü olan dünyaya (statülere, mülklere, kimliklere, fikirlere) tutunup, onun ardındaki varoluşsal gerçekliği görememesinin bir metaforudur.
Varoluşsal gerçeklik ile algısal yansıma arasındaki bu diyalektik, insan olmanın temel çelişkisidir. Bizler, sınırlı algı araçlarıyla sınırsız bir gerçekliği anlamaya çalışan varlıklarız. Mağaranın gölgeleri, Maya’nın örtüsü ve Narkissos’un pınarı bize aynı hakikati fısıldar:
Gerçek, sadece gördüğümüz, duyduğumuz ve dokunduğumuz şey değildir. Hatta belki de hiç değildir. Asıl felsefi yolculuk, algının büyülü tiyatrosunun perdesini aralamaya ve onun ardındaki, isimlendirilemez olan “Varoluşsal Gerçeklik” ile bir anlık da olsa göz göre gelmeye cesaret etmektir. Bu, ne mağaradan çıkmanın ne de Maya’nın örtüsünü tamamen kaldırmanın mümkün olduğu anlamına gelmez. Ancak, gölgelerin sadece birer gölge olduğunu bilmek, zaten ilk ve en büyük özgürleşmedir.




