Kötülüğün Devredilmesi
Yahudi asıllı Alman filozof Hannah Arendt, “Kötülüğün Sıradanlığı” adlı eserinde, Nazi Almanyası’nın Yahudilere uyguladığı soykırımı anlatırken insanın en karanlık tarafını rahatsız edici şekilde gözler önüne serer. Daha sonra sinemaya da uyarlanan bu eser, sadece anlattığı olaylarla değil, kötülüğü “sıradanlaştıran” bakış açısıyla da son derece çarpıcı.
O günün mazlumlarının, bugünün zalimlerine dönüşmüş hâliyle toplumsal cinnet hâli ne yazık ki devam ediyor. Kötülük, meşruiyet kazanmış bir miras gibi kuşaktan kuşağa, sistemden sisteme aktarılıyor.
Bir zamanlar zulme uğrayanlar, tarihsel travmalarını gerekçe göstererek yeni bir zulmün faili olabiliyor. Hannah Arendt bugün yaşasaydı ve bu defa kendisinin de mensubu olduğu Yahudilerin, Filistinlilere yaptığı zulme tanık olsaydı, belki de bu durumu, “kötülüğün devri” olarak tanımlardı.
Sıradan İnsanların Kötülüğü
Arendt, kötülüğü canavarlığa değil, sıradanlığa bağlar. Totaliter sistem, insanı bir emir-komuta zincirine dâhil ederek vicdanı devre dışı bırakır. “Emre itaat” eden birey, kendi ahlaki sorumluluğundan kurtulduğunu sanır. Bu itaat, bireye konforlu bir alan sağlar. Düşünmez, sorgulamaz, kendine ait fikri yoktur, sadece uygular. Vicdanın sustuğu yerde kötülük sessizce kök salmaya başlar. Böylece kitleler, bir anda cinnet haline sürüklenir.
Modern kapitalist düzenin, insanı üretimin bir aparatı hâline getirdiği gibi yani “düzen için üretme, üretileni tüketme” döngüsüne hapsettiği gibi ya da insanı, sonunda sistemin devamı için yalnızca üretmek ve tüketmek için yaşayan “dişlilere” dönüştürdüğü gibi aynı düzen, insanları pekâlâ ölüm saçan birer canavara da dönüştürebilir.
Keskin Pençeleri Olmadığı İçin Kendini İyi Zanneden Zayıflar
Kötülüğün doğasını anlamak için yapılan sosyal psikolojik deneyler, Arendt’in tespitlerini doğrular niteliktedir. Stanford Hapishane Deneyi bunlardan biridir: Bir grup gönüllüye “mahkûm” ve “gardiyan” rolleri verilir. Kısa sürede gardiyan rolünde olanlar mahkûmlara karşı zalimleşirler. Senaryoda olmamasına rağmen şiddet uygulamaya başlarlar, mahkûmlar sinir krizleri geçirir. Deney tehlikeli boyutlara ulaşınca planlanandan önce sonlandırılır.
Bir başka deneyde, bir kadın sanatçı kendisine dilediklerini yapabileceklerini söyleyerek seyircilerin önüne çıkar. Başta çiçek veren, iltifat eden insanlar, kısa süre sonra kadına hakaret etmeye, tokat atmaya, hatta şiddet göstermeye başlarlar. Seyircilerden birinin iyice ileri giderek tecavüze yeltenmesiyle deney sona erer.
Teknik olarak, “başarılı” kabul edilse de bu tür deneyler insanlık açısından tam bir sınıfta kalıştır. Nietzsche’nin sözünü hatırlamamak elde değil: “Keskin pençeleri olmadığı için kendini iyi zanneden zayıflar…”
Görülüyor ki: güç, insanın maskesini düşürür. Medeniyetin cilası, koşullar değiştiğinde hızla dökülüverir. İnsan, otoriteye veya kitleye yaslandığında, kendi içindeki karanlığa kolayca teslim olur.
Kolektif Suçun Meşru Görülmesi
Tarihte kitlelerin bireylere göre çok daha kolay suç işlediğini gösteren sayısız örnek var. Çünkü suç topluma mal olunca, bireysel sorumluluk duygusu dağılır. İnsan, “herkes yaptı” diyerek kendi payını unutur.
Filistin’de yardım almak için gelen sivillere ateş açılması, Madımak’ta insanların diri diri yakılması, yeni doğmuş bebeklerin ölümünden rant sağlayan çete davası ya da ailesi tarafından yok edilen küçücük kız çocuğu ve köy halkının olayı gizlemesi… Hepsi kolektif suçun kan dondurucu örnekleri olarak tarihteki yerlerini aldılar.
İranlı filozof Ali Şeriati’nin, “İnsan, kendi türünü yemediği halde öldürebilen tek canlıdır; bu yüzden en vahşi türdür,” görüşüne katılmamak mümkün değil.
Kötülük Öğrenilir mi?
Kötülük, en yalın haliyle, başkasının zararından çıkar sağlamak ya da keyif almak olarak tanımlanıyor. Felsefe, kötülüğün öğrenilen bir şey mi yoksa doğuştan edinilmiş bir şey mi olduğu sorusuna cevap arayadursun ben iyiliğin nasıl öğretileceğine, kötücül aklın nasıl engelleneceğine kafa yormak istiyorum.
Suç oranlarının arttığı, suç yaşının çocukluk çağına kadar indiği, masumların sokakta öldürüldüğü bir çağda yaşıyoruz. Çocukların hem fail hem kurban olabildiği günümüzde, cezasızlık ve suç ile suçlunun korunduğu algısının hemen değiştirilmesi şart. Toplumsal adaletin tesisi, affetmekle değil, yargılamakla mümkündür.
O halde ne yapmalı da bireylere vicdani hassasiyet ve erdemler yerleştirilmeli? Örneğin yolsuzluğun kendisi kadar masum birine yolsuzluk iftirası atmanın; tacizin kendisi kadar masum birinin tacizle suçlanmasının- sonuçları bakımından birilerinin hayatını kararttığına göre- aynı derecede kötülük olduğu nasıl anlatılmalı?
Seyirci Kalanlar: Sessiz Kötüler
Bir de kötülüğe bizzat karışmamış izleyici konumunda olanlar var. Başkasının acısına kör olmak kara humma gibi tüm hücrelere işlemiş. Bütün bu ayıpları, utanmazlıkları toprak gibi örtüp, bütün olan biteni, “seyirci sendromu” diye izah edilebilecek tepkisizlikle izleyen kitle. Bu kitle kendisine dokunmayan hiçbir kötülükten rahatsız değil. Bu kitle iyi değil “kötü huylu” bir kitle.
Gerçek adalet kötülüğü seyretmekle değil kötülüğe karşı çıkmakla gerçekleşir. Çünkü kötülüğe sessiz kalmak, onu onaylamaktır. Ve bazen en büyük kötülük, sadece seyretmektir.
Kolektif suç, yalnızca faillerin değil, susanların da suçudur. Çünkü sessizlik, suça onay verir; toplumsal hafıza sustukça kötülük kitleselleşir.

