“Evde babamın sus dedikleri dışarıda da susturuyor bizi. Sanki hayat boyunca susmamız gerekiyormuş gibi büyütülüyoruz.” – 19 yaşında bir üniversite öğrencisi
Onlar, dijital çağın yerlileri… Sosyal medya ile büyüyüp, dünyaya anlık erişimi olan, teknolojik olarak “şanslı” bir kuşak. Ama kulak verdiğinizde duyduğunuz şey ekranların arkasındaki sessiz çığlıklar: şiddet, sevgisizlik, yalnızlık ve umutsuzluk.
Z kuşağı dediğimiz bu gençlerin çoğu için aile; bir sığınak değil, bir hayal kırıklığı. “Babam sevdiği için dövüyor”, “Annem beni hiç sevemedi”, “Eve gitmek istemiyorum ,çünkü nefes alamıyorum” diyen gençlerin sayısı düşündüğünüzden çok daha fazla. Gazetecilik eğitimi için bir sınıf dolusu gençle aynı ortamı paylaşırken, adeta susarak anlatılan hayatlara tanık oluyorum.
“Ailemiz Bizi Sevmeyi Bilmedi”
20 yaşındaki S., sessiz bir şekilde anlatıyor:
“Annem beni küçükken hep ‘adam gibi dur’ diye döverdi. Ne zaman gülümsesem ‘şımarma’ derdi. Şimdi biri bana güzel bir söz söylese inanamıyorum. Sevgiye karşı alerjim var gibi.
Halbuki tek istediğim birinin beni dinlemesiydi.”
S.’nin hikâyesi, tekil değil. Pek çok öğrenci, çocuklukta yaşadığı duygusal ya da fiziksel şiddetin izlerini hâlâ taşıyor. Kimi zaman sevgisizlik, kimi zaman görmezden gelinme, kimi zaman da açıkça “istenmeme” hissi, bu gençlerin ruhuna işlemiş.
Psikologlar, “duygusal ihmal”in en az fiziksel şiddet kadar zarar verdiğini söylüyor. Sevgi yerine baskı, destek yerine korku verilen bir evde büyüyen bireyler, hayatta tutunacak bir dala sahip olamıyor.
Geleceğe Umutla Bakmak Neredeyse Lüks
Her gün derslerde karşılaştığım gençler, “gelecek” kelimesini telaffuz ederken gözlerini kaçırıyor. 21 yaşındaki E. şöyle diyor:
“Benim için gelecek, sadece bugünü atlatabilirsem var. Yarın için hayal kurmak bile içimde bir suçluluk yaratıyor. Sanki fazla umutlanırsam hayal kırıklığı da daha büyük olacakmış gibi geliyor. ”Ekonomik kriz, barınma sorunları, işsizlik kaygısı, mezuniyet sonrası belirsizlik…
Bunlar artık gençlerin yalnızca zihninde değil, bedeninde de ağırlık yaratıyor. Anksiyete, depresyon, panik atak, uyku bozukluğu gibi psikolojik rahatsızlıklar gençler arasında giderek yaygınlaşıyor.
“Yaşamak İçin Yaşayanlar”
Bu gençlerin çoğu “hedef” değil, “hayatta kalma” motivasyonuyla yaşıyor. 20 yaşındaki E. şunları söylüyor:
“Kafamda bir meslek yok. Çünkü evde sürekli kavga vardı. Hayal kurmaya fırsatım olmadı.
Üniversiteye geldim ama hâlâ hayal kuramıyorum. Ben sadece yarını çıkarmaya çalışıyorum.”
Bu sözler, Z kuşağının “tembel”, “ilgisiz” ya da “apolitik” olduğuna dair önyargıları da çürütüyor. Onlar sadece yorgun. Savaştan çıkmış gibiler. Birçoğu çocukken başlamış hayatta kalma mücadelesine, şimdi sadece nefes almak istiyorlar.Çoğu olmasa bile bir kısmı hayata veda etmeyi çok kolay düşünebiliyor.
Dayanışma En Büyük Umut
Bütün bu karanlığın içinde tek bir ışık var: birbirleri. Özellikle üniversite ortamlarında ya da dijital mecralarda birbirlerinin yaralarını sarmaya çalışan gençler, küçük ama etkili dayanışma ağları kuruyor.
Bir öğrenci, “Beni ailem değil, yurttaki oda arkadaşım kurtardı” derken, bir diğeri “Hayatta kalma motivasyonum, Twitter’daki anonim bir destek grubuydu” diyor.
Bu da gösteriyor ki, bu kuşak “kayıp” değil; sadece “anlaşılmamış”. Sessizce bağıran, gözleriyle yardım isteyen, ama kendi içinde yeniden inşa olmaya çalışan bir kuşak.
Peki Biz Ne Yapabiliriz?
Bu yazıyı yazarken, içimde bir utanç duygusu da büyüyor. Çünkü bazen yetişkinler olarak sadece bakıyoruz, görmüyoruz. Duyuyoruz, ama dinlemiyoruz. Öğüt veriyoruz, ama dokunmuyoruz.
Bu gençler şunu söylemiyor: “Bizi kurtarın.” Ama şunu söylüyorlar: “Lütfen artık duvar olmayın.”
Belki de ilk adım bu: Sessizliğe kulak vermek. Onların hikâyelerini bir yük değil, bir çağrı olarak dinlemek. Empatiyi, yargının önüne koymak. Ve “Kayıp Kuşak” yerine, “Yaralı Ama Direnen Kuşak” demeyi öğrenmek.
Alev CELEP
Konuk Yazar

