Bir çocuğun gözlerindeki o eşsiz ışık, sevginin en saf ve güçlü hâlidir. Biyolojik olarak üremek, neslin devamı için evrensel bir dürtüdür ve doğa bu süreci mümkün olduğunca kolay kılmıştır. Ancak bu ışığı beslemek, büyütmek ve bu süreçte kendi duygularını ifade etmek, asıl “ebeveyn olmak” demektir. Bu, üremekten katbekat zor, ömür boyu süren bir yolculuktur. Peki neden? Bu sorunun cevabı, tarihin farklı dönemlerinde, coğrafyanın farklı köşelerinde ve toplumun karmaşık yapısında saklıdır.
Tarihsel süreçte ebeveynlik pratikleri büyük değişimler göstermiştir. Endüstri Devrimi öncesinde tarım toplumlarında çocuklar, birer iş gücü ve geleceğin güvencesi olarak görülüyordu. Yüksek çocuk ölüm oranları, kıtlık ve savaş gibi zorlu yaşam koşulları, ebeveynleri duygusal olarak mesafeli olmaya itiyordu. Sevgi, “bakım” ve “koruma” yoluyla gösterilirken, duyguları ifade etmek gereksiz bir lüks olarak algılanıyordu.
Endüstri Devrimi ile birlikte ise fabrika düzeni, otorite odaklı bir disiplin anlayışını beraberinde getirdi. Bu dönemde itaatkâr, disiplinli ve üretken bireyler yetiştirmek esastı. Baba, evin katı kural koyucusu; anne ise çocuğu bu kurallara uyduran figürdü. Duyguların açıkça ifade edilmesi otoriteyi sarsabilecek bir zayıflık olarak görülüyordu. Günümüzde ise çocuk merkezli aile yapısı sevgiyi daha özgürce ifade etmeyi mümkün kılsa da bu kez “mükemmel ebeveyn” olma baskısı, helikopter ebeveynlik ve dijital dünyanın yarattığı mesafeler ortaya çıktı. Sevgi fiziksel olarak daha rahat gösterilebiliyor olsa da nitelik bakımından daha karmaşık bir hâle geldi.
Bir toplumun ekonomik refahı ve eğitim düzeyi, ebeveynlerin duygusal sermayesini doğrudan etkiler. Gelişmekte olan toplumlarda hayat, çoğunlukla günü kurtarma mücadelesi üzerine kuruludur. Ebeveynler, çocuklarının temel ihtiyaçlarını karşılamak için tüm enerjilerini tükettiğinden duygularını dile getirmeye fırsat bulamazlar. Sevgileri, gece gündüz çalışarak, okul taksitlerini ödeyerek ya da ay sonunu getirerek görünür hâle gelir. Burada sevgi “söylenerek” değil, “yapılarak” gösterilir. Bu nedenle toplumda “Aşkı ne yapacaksın, ekmek parası bulacaksın!” gibi ifadeler yaygındır. Buna karşın gelişmiş toplumlarda temel ihtiyaçlar büyük ölçüde karşılandığı için ebeveynler çocuklarının psikolojik ihtiyaçlarına, yani sevilme, değer görme ve kabul edilme duygusuna daha çok odaklanabilir. Duygusal zekâ eğitimi, olumlu ebeveynlik gibi kavramlar bu toplumlarda daha yaygındır; ebeveynler hem kendi hem de çocuklarının duygularını konuşmaya daha fazla zaman ve bilgi ayırabilir.
Ancak bireyin duygusal ifadesi sadece ekonomik koşullardan değil, toplumun kültürel baskılarından da etkilenir. Katı toplumsal cinsiyet rolleri, sevgi ve duyguların ifade edilmesini çoğu zaman engeller. Bir babanın çocuğuna sarılıp “Seni seviyorum” demesi kimi çevrelerde “kadınsı” bulunabilir ve alay konusu yapılabilir. Benzer şekilde, bir annenin çocuğuna karşı sert disiplin uygulaması “sert anne” olarak yaftalanabilir. Ayrıca “Çocuğu çok öpme şımarır” ya da “Döven sever” gibi yanlış inanışlar nesilden nesile aktarılır ve ebeveynlerin sevgilerini içten gelen şekilde göstermelerinin önünde engel oluşturur. Bazı kültürlerde duyguların açıkça dile getirilmesi “ayıp” ya da “günah” olarak kodlanmış, mahrem kabul edilmiştir. Bu nedenle aynı evi paylaşan, birbirini çok seven anne, baba ve çocuklar duygularını dile getiremeyen yabancılara dönüşebilmiştir.
Oysa üremek sadece biyolojik bir sonuçken, ebeveynlik kültürel, sosyal, ekonomik ve duygusal bir süreçtir. Bu süreç, toplumun dayattığı kalıpları kırmayı, kendi çocukluk yaralarını sarmayı ve tüm ekonomik kaygılara rağmen çocuğunun gözlerine bakıp “Buradayım, seni duyuyorum” diyebilmeyi gerektirir. Ebeveynlerin duygularını ifade edememesi, sevgisiz oldukları anlamına gelmez; aksine, bu durum onların sevgilerini ellerinden geldiğince, toplumun izin verdiği dar alanda, kendi yollarıyla göstermeye çalıştıklarının kanıtıdır. Gerçek devrim ise neslin bu zincirleri kırmasıyla gerçekleşecektir.
Belki de bizler, çocuklarımıza sadece “Seni seviyorum” demekle kalmayıp, onlardan bunu duymayı da beklemeyi öğreneceğiz. Çünkü sevgi, ifade edildiği ölçüde var olur ve güçlenir.




