Ulu ana tanrıçaların bereketiyle yoğrulmuş, toprağın kucakladığı kadının gücüyle filizlenmiş kadim Anadolu topraklarından yükselen bir sesle başlamak gerek bu öyküye.
Hani o Kybele’nin, Kibele’nin, namıdiğer ana tanrıçanın bereket fışkıran elleriyle tüm varlığı beslediği zamanlar… İşte o zamanlarda, insanlığın ilk şafaklarında, belki de dünya bambaşka bir düzende soluk alıp veriyordu.
Anaerkil düzenin hüküm sürdüğü, yaşamın ve doğurganlığın kutsandığı, kadının sadece bir bedenden ibaret değil, aynı zamanda bir yaşam kaynağı, bir rehber, bir lider olarak görüldüğü zamanlar.
Anadolu’nun derin vadilerinden, yüksek yaylalarından süzülen efsaneler, bu anaerkil dönemin izlerini fısıldar bizlere. Kadınların toplulukları yönettiği, kararlar aldığı, bilgelikleriyle yol gösterdiği, erkeklerin ise onların yanında, eşit birer tamamlayıcı olarak var olduğu bir denge hali.
Ancak zamanın durmak bilmeyen akışıyla, göklerin ve toprağın sessiz tanıklığıyla bu düzen yavaşça değişmeye başladı. Tarımın gelişmesiyle toprağın mülkiyeti, savaşların artmasıyla gücün ve kuvvetin önemi ön plana çıktı. Belki de tohumların ekilmesiyle başlayan o mülkiyet kavramı, kadının bedenine de sıçradı. Erkeklerin fiziksel gücünün ve savaşçılığının öne çıkmasıyla, anaerkil düzenin o narin dengesi sarsıldı.
Ataerkillik, tıpkı bir sel gibi, yavaş yavaş tüm coğrafyayı kaplamaya başladı. Baba figürünün ailedeki ve toplumdaki ağırlığı arttı, soy babadan devam etmeye başladı ve kadının rolü yavaş yavaş evin içine, doğurganlık ve bakım gibi alanlara sıkıştırıldı. Kadın, bir zamanlar toplumu yöneten, bilgelik yayan bir varlıkken, artık daha çok ev işleriyle meşgul, erkeğin himayesinde bir konuma doğru itildi.
Bu değişim, sadece yönetimsel bir geçişten ibaret değildi; aynı zamanda toplumsal bir zihniyet dönüşümünü de beraberinde getirdi.
Cinsiyet ayrımı ve eşitsizliği, ataerkil düzenle birlikte kök saldı. Kadınlar, eğitimden, siyasetten, ekonomiden ve hatta kendi bedenleri üzerindeki söz haklarından mahrum bırakılmaya başlandı. “Kadının yeri evidir,” “kadın akılla değil, gönülle yönetilir” gibi söylemler, zamanla toplumsal normlara dönüştü. Mirastan mahrum bırakılma, eğitim hakkının kısıtlanması, çalışma hayatında karşılaşılan engeller, hatta fiziksel ve psikolojik şiddet gibi eşitsizlikler, binlerce yıldır kadınların omuzlarında ağır bir yük oldu.
Anadolu’nun her bir köşesinde, bu ataerkil dönüşümün ve cinsiyet eşitsizliğinin izlerini görmek mümkün. Eski masallarda, türkülerde, ağıtlarda gizlenen kadınların hikayeleri, maruz kaldıkları zorlukları, verdikleri mücadeleleri fısıldar bizlere.
Kilim desenlerindeki motiflerde, toprağın verimli ellerinde çalışan kadınların alın teri ve sabrı saklıdır. Ne yazık ki, günümüzde bile bu derin eşitsizliğin kalıntıları hala varlığını sürdürmekte. Eğitimde, iş hayatında, siyasette kadınların önündeki engeller tamamen kalkmış değil. Kadın cinayetleri, aile içi şiddet gibi acı gerçekler, bu köklü eşitsizliğin en trajik yansımaları olarak karşımızda durmakta.
Ancak bu topraklarda, binlerce yıldır süregelen direnç ve umut da var. Gücünü ana tanrıçalardan alan, toprağın bereketini ruhunda taşıyan kadınlar, her daim var oldular. Ataerkil dünyanın dayattığı tüm engellere rağmen, bilimde, sanatta, siyasette iz bırakmaya devam ettiler. Tıpkı bir zamanlar Kybele’nin toprağa can verdiği gibi, kadınlar da bugün topluma can vermeye, ilham olmaya devam ediyorlar.
Belki de yeniden, kadının ve erkeğin eşit, birbirini tamamlayan, saygıyla kucaklayan bir düzene doğru evrilmek, kadim Anadolu’nun ruhunda saklı olan o dengeyi yeniden bulmak mümkündür. Zira gerçek bereket, yalnızca bir cinsiyetin değil, tüm insanlığın özgürleşmesiyle yeşerecektir.

