“Yaşam anlaşılmazlığını sürdürüyor. Benim zamanın dışındaki o bilinmezler ülkesinin neresinde olacağım konusunda kafa yormam gerekmiyor. Yine de şunu söyleyebilirim, son nefesimi verirken kendimi yeniden Nebraska, Mason Caddesi’ndeki çocukluk evimde bulacağımdan eminim” diyen Marlon Brando 80 yaşında dünyaya veda ederken çocukluk evine doğru huzurlu bir yolculuğa çıkmış olmalı.
Bugüne dek Amerikan sinemasının gelmiş geçmiş en büyük aktörü olan Marlon Brando, hem oyunculuğunda hem de özel yaşamında çok ayrıksı bir kişilikti. Doğal, sıradan görünebilen yorumları, ağzının içinde yuvarladığı sözcüklerle konuşması, beden dilini iç güdüleriyle yönlendirerek kullanması, çok çeşitli tiplemeler yaratmasıyla zamanın ötesinde, kendisinden önceki ve sonraki oyuncuların ilerisinde oldu.
İhtiras Tramvayı, 1951
1940’ların sonunda Amerikan tiyatro ve sinemasına en ünlü oyuncuları yetiştiren Actor’s Studio’nun ilk üyelerinden olan Brando, Amerikan sinemasına yeni bir oyunculuk biçimini, metot oyunculuğunu getirdi; Kendisinden sonraki birçok oyuncuyu (Jack Nicholson, Robert De Niro, Al Pacino) etkiledi. O, kendi stilini ekrana taşıyan ilk ve tek Amerikalı aktördü. Marlon’un perdeye yansıyan, oradan dışarı taşan karizması, çekim gücü onu sanatsal ve sosyal bir ikona dönüştürdü. Gençler onun Beat kuşağını simgeleyen uzlaşmaz, başkaldıran, ehlileşmeyen yanını yürekten sevdiler. Orta kuşak içinse Brando antisosyal bir tehdit, dizginlenemeyen, denetimde tutulamayan bir simgeydi. Hiçbir yönetmen onu tam anlamıyla yönetemedi.
İhtiras Tramvayı, 1951
Onu önce sahnede, sonra da sinemada yöneten Elia Kazan, Marlon’un İhtiras Tramvayı’ndaki (1951) yorumunu şöyle açıklamıştı:
“Marlon oynarken yaşıyordu. İçten dışa yansıttığı coşkusunun onu sürüklediği yere doğru akıyordu. Oyunculuğu sürprizlerle doluydu. Karşınızda bir oyun mucizesi oluşuyordu. Onun varlığı tüm öteki oyunculara adeta bir meydan okumaydı”. Yönetmenlerin Marlon’u tümüyle yönlendiremediğini vurgulayan Kazan, onun rolünün neyi gerektirdiğini çok iyi bilen bir aktör olduğunu belirtmişti: “Marlon gene her zaman olduğu gibi benim ilerimdeydi. Yeteneği kanat takmışçasına uçuyordu. Onun doğal yeteneği taşıdığı tüm bilgilerini aşmıştı”.
Viva Zapata, 1952
İhtiras Tramvayı’nda Brando’nun merdivenlerin dibinden ikinci kata doğru ‘Stella, Stella’ diye bağırması izleyicilerin belleğine kazınmıştır. Viva Zapata’da (1952) yeniden onunla çalışan Kazan, kimi sahnelerde ona tek sözcük söylemediğini anlatmıştır:
“Karşısındaki aktör yetenekliyse yönetmenin yapacağı nasıl bir yorumla karşılaşacağına bakmaktır. Marlon’un performansıysa her zaman yönetmenin önermelerinden üstündü”.
1968’de Quiemada’da (Kanlı İsyan) Kolombiyalı siyahi figüranların az ücret aldıklarını, kötü yemekler yediklerini farkedince Marlon seti terketmişti. Bu konuda anlaşma sağlanınca sete geri dönmüştü. Amerikan sinemasının yenileyici, çarpıcı bir kimliği olan Marlon Brando, Hollywood’un hem içinde hem dışındaydı, sisteme karşı duruşunu hiç yitirmedi.
On the Waterfront, 19541954
Kore Savaşı’na katılmadı. Güney’de bir siyahinin linç edilmesini protesto eden dilekçeyi imzaladı diye cadı avında adı kara listeye alındı. Irkçılığa, adaletsizliğe, yoksulluğa, açlığa karşı çıktı, konformizmi hor gördü, düzenli bir aile yaşantısı olmadı, ten rengi değişik olan kadınlarla olmayı yeğledi, birçok kadından çocukları oldu, tek eşliliğe inanmadı.
Reflections in a Golden Eye, 1967
Amerikan Yerlileri Hareketi’ne gönüllü katıldı, George C.Scott’la birlikte Oscar heykelciğini reddetti, kurduğu yapım şirketiyle ABD’nin iç ve dış politikasını eleştiren filmer çekti, Kızılderilileri ve siyahileri sürekli destekledi.
Quiemada, 1968
Müzikal komediden drama, savaş filminden serüvene dek değişik çalışmalarda oynayan Brando, tiplemeden makyaja dek oyunculuğun gerektirdiği her konuda uzmandı, bir mim ustası, olağanüstü bir taklitçiydi.
Paris’te Son Tango, 1972
Ama bir karakterin salt makyaj, kostüm ve dış etkilerle yaratılmadığını da savunmuştu: Hepimiz içimizde çeşitli duygular barındırırız, işte oyunculuk bu yoğun sarmala dalarak yaratacağınız karaktere en uygun duyguları çekip çıkartabilmektir” diyen Brando maddi açıdan çok şeye sahip olmasına karşın Amerika’nın mutsuz insanlar ülkesini olduğunu irdelemişti:
“Amerika bana karşı cömertti, fakat bu bir lütuf değildi, bu cömertliği alnımın teriyle kazandım. Doğru koşullar olmayıp şansım yaver gitmeseydi belki de dolandırıcılıktan hapsi boylardım. Ya da yüksekokul diploması İstenmeyen bir yerde iş bulacak şansım olur, evlenir, çocuklar yapar, elli beşimde pek çok Amerikalı gibi posası çıkmış olarak kapı dışı edilirdim”.
Apocalypse Now, 1979
Marlon Brando, sinemanın gelmiş geçmiş en büyük mitiydi. Fransız oyuncu Jean Rochefort ondan şöyle söz etmişti:
“O yıldız oyuncular sınıfındandı. Öylesine çağdaş, öylesine zamanının ötesindeydi ki, bu durumu hemen anlaşılamadı. Bizler ona göre çok gecikmeliydik”.