Ekim 1964’te California’da doğdu. Hindistan’dan ABD’ye göç eden annesi Shyamala ve Jamaika kökenli babası Donald, Stanford Üniversitesi yıllarında, kamusal alanda ırk ayrımcılığını tümüyle ortadan kaldırmayı hedefleyen “Yurttaş Hakları Hareketi” aracılığıyla tanışmıştı.
Anaokuluna başladığı Thousand Oaks İlkokulu‘ndaki “beyaz öğrenci oranı”, ırk ayırımına son vermeyi amaçlayan “desegregation” programı ile yüzde 95’ten yüzde 60’a çekilmişti.
Yedi yaşındayken babası ve annesi boşandığı için hafta sonları kız kardeşiyle birlikte Palo Alto’da yaşayan babalarını ziyaret giderdi. Söylediğine göre, mahalledeki beyaz aileler, siyah oldukları için çocuklarının onlarla oynamasına pek de istekli değildi.
İlkokul yıllarında annesi ile sık sık yakınlardaki bir “Afro-Amerikan kültür merkezi”ni ziyaret etti, yine annesi aracılığıyla gittiği Hindu tapınağının korosunda şarkılar söyledi. Yaşamı boyunca Hintli teyze ve amcalarıyla iletişim halinde kaldı. Babasının Jamaika’daki ailesini ziyaret etmeyi de ihmal etmedi.
Lisedeki en yakın arkadaşı Wanda Kagan, 2020’de CBC News’e demecinde onun için, “Üvey babamın tacizine uğradığımda en büyük destekçimdi” dedi. 1998’de San Francisco Bölge Savcılığında işe başladı ve özellikle “cinsel saldırı” davalarında görev aldı. Ağustos 2000’de San Francisco Belediyesinde “çocuk istismarı vakalarını araştıran” Aile ve Çocuk Hizmetleri Bölümü’nü yönetti. Kariyerinin ilerleyen safhalarında internette kadınlara ve çocuklara karşı işlenen “cinsel suçlar” ve “seks ticareti” davaları ile yoğun bir şekilde ilgilendi.
2021 yılında, 57 yaşında, Joe Biden yönetimi altında ABD’nin 49. Başkan Yardımcısı olan Kamala Harris‘ten bahsediyoruz. Görünen o ki “ırk ayrımcılığı, cinsel saldırılar, çocuklar ve kadınlar” onun zihnine erken yaşlarda kodlanan anahtar kelimeler. Ancak bilirsiniz, çocukluk travmaları ilerleyen yaşlarda hem yapıcı hem de yıkıcı reaksiyonlar üretebilme potansiyeline sahiptir. Harris’teki tezahürünü zaman içinde göreceğiz…
“POLİTİKADA TESADÜFLERE YER YOKTUR…”
“Politikada hiçbir şey tesadüfen gerçekleşmez. Gerçekleşen şeylerin (tam olarak) öyle planlandığına yönelik bahse girebilirsiniz”der, ABD’nin 32. Başkanı Franklin D. Roosevelt.
Başkan Yardımcısı Harris, geçen günlerde Rhode Island‘daki bir kitabevini ziyaret etti ve aldığı bazı kitaplarla gazetecilere poz verdi.
Cumhuriyet’ten Selin Uludağ‘ın katkılarıyla, dünyanın en çok takip edilen isimlerinden Harris’in elinde tuttuğu üç kitabın özetlerini derledik.
Roosevelt’in de söylediği gibi, “Politikada tesadüflere yer yoktur.”
Takdir sizlerin:
THE NICKEL BOYS
Pulitzer ödüllü Afro-Amerikalı bir yazar olan Colson Whitehead’in, gerçek bir hayat hikâyesinden esinlenen romanı “The Nickel Boys” dünyaya, “Fırsatlar ülkesinin karanlık yüzüne bakan iddialı bir roman” sloganıyla pazarlandı.
Kitabın konusuna gelecek olursak; Florida eyaletindeki Tallahassee yakınlarında yapılan bir kazıda bir toplu mezarlığa rastlanır. Parçalanmış kafatasları ve tüfek saçmaları ile delik deşik edilmiş göğüs kafesleriyle 50’ye yakın cesedin yığıldığı bu toplu mezarlık, üç yıldır kapalı olan Nickel Islahevi’nin hafızalarda tazelenmesini sağlar. Böylelikle, ıslahevinde hapsedilen birçok erkek, istismar deneyimlerini paylaşmaya başlar.
Baş karakter Elwood, çocukluğunda dinlediği bir plak sayesinde Amerikan yurttaş hakları hareketi önderi Martin Luther King’in düşüncelerinden haberdar olmuştur ve “siyahların özgürlük mücadelesi”ne yakınlık duymaktadır.
Elwood, lise eğitimini sürdürdüğü sırada haksız yere tutuklanır, yoksulluğu nedeniyle savunması gerektiği gibi yapılmaz ve kendini ansızın Nickel Islahevi’nde bulur. Orada uyum gösterdiği ve başını belaya sokmadığı için her şeyin yolunda gittiğini sanacak, ancak kısa bir süre sonra hapishanedeki herhangi bir siyahtan farksız olduğunu acı bir şekilde idrak edecektir. Bu arada hapishanedeki siyahlar, yıllar boyu baskı altında yaşadıktan sonra öylesine kayıtsız ve uyuşmuş bir hale gelmektedir ki sonunda zulme uyum sağlamakta ve ancak “acı çektiklerinde rahatlamış hissetmektedirler.”
Kitapta iki önemli karakter göze çarpıyor:
Elwood, dünyayı daha iyi bir yer haline getirebileceğimize inanan iyimser veya umutlu taraf, Jack Turner ise “Bu ülke soykırım, cinayet ve kölelik üzerine kurulu ve her zaman öyle kalacak” diyen kabullenmiş taraf.
***
THE TOPEKA SCHOOL
Eserin sahibi, yazar ve şair Ben Lerner‘in kendi hayatından kesitler içeren ve bu şekliyle aynı zamanda bir oto-kurgu olarak kabul edilen “Topeka Okulu”, Pulitzer Kurgu Ödülü 2020 finalistlerinden biri.
Kansas eyaletinin başkenti Topeka’da doğan Lerner, 2019 çıkışlı romanında, bir lise münazara şampiyonu olan Adam Gordon ile yerel bir kurumda psikolog olan annesi Jane ve babası Jonathan’ın yaşamlarından kesitler aktarıyor. Lerner kitabını, 2016 yılında Donald Trump‘ın seçilmesine zemin hazırlayan, “beyaz erkekler arasındaki şiddetli kimlik krizi”nin 1990’lar sürümü olarak tarif ediyor.
Topeka, Amerikan kamuoyunda Plessy v. Ferguson davası ile biliniyor. Bu dava, 1896’da görülen ve “ırk ayrımcılığının yasal olduğuna hükmeden” bir Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesi davası. Davanın sonucunda, siyahlarla beyazların bir kamu hizmetinden “eşit, ancak ayrı mekanlarda yararlanmalarının yasal olduğuna” hükmediliyor. Bu karar, Amerikan hukuk sisteminde varlığını 60 yıla yakın koruyacak olan “ayrı fakat eşit” (separate but equal) kavramını doğmasına yol açıyor.
Romanda “siyasi merkezcilik” (centrism) ve “tarihin sonu” (end of the history) kavramları ağırlıklarını hissettiriyor. Daha çok siyaset felsefesiyle ilgili bir kavram olan “tarihin sonu” bir taraftan, soğuk savaş sonrası dünyada liberal düşünce yapısı ve bu düşünceyi ayakta tutan kurumların hâkim unsurlar olarak varlığını sürdüreceğini savunuyor; diğer taraftan da “kapitalizmin kaçınılmaz şekilde alternatifsiz ve son toplumsal-ekonomik aşama olduğunu, bu haliyle de ideolojik manada insanlığın son durağı olduğu” varsayımı üzerine yoğunlaşıyor.
Romanda, Westboro Baptist Kilisesi‘ne (WBC) yönelik protestolar ve Kilise tarafından desteklenen aşırı-sağcı öfkenin kodları işleniyor. Bu noktada, WBC’nin Topeka merkezli “ultra-Kalvinist” bir nefret grubu olduğunu hatırlatmakta fayda var. Kilise, “ateşli homofobik, anti-semit ve İslam karşıtı” görüşlerinin yanı sıra çok sayıda Hıristiyan mezhebine karşı geliştirdiği nefret söylemleri ile tanınıyor.
Eleştirmenlere göre kitapta ayrıca “toksik erkeklik” ve bir iletişim aracı olarak “dilin bozulması” temalarına da temas ediliyor.
Kitabın yayınlandığı 2019 yılını konu alan son bölümde, artık iki genç kız babası olan baş karakter Adam, eşi ile birlikte Trump yönetiminin, göçmen çocukları zorla ailelerinden ayırmayı öngören “aile ayrılık politikası”nı protesto etmek için New York’taki evlerinden Topeka’ya gidiyor ve bu bölüm de orada yaşananları konu alıyor.
Pek çok eleştirmenden olumlu eleştiriler alan kitap hem New York Times hem de Washington Post tarafından “2019’un en iyi on kitabından biri” seçildi.
***
THE DUTCH HOUSE
Harris’in elinde tuttuğu üçüncü kitap, Time dergisi tarafından 2012’de “Dünya’daki en etkili 100 isim” arasında gösterilmiş Amerikalı yazar Ann Patchett‘in, Pulitzer Kurgu Ödülü 2020 finalistleri arasına giren eseri, ‘The Dutch House’.
Kitabın bir kısmına konu olan konak, Philadelphia’ya yaklaşık 15 km. uzaklıktaki Elkins Park kasabasında yer alıyor. Roman ise 1940’ların ortasında konağa yerleşen emlak kralı Cyril Conroy, karısı Elna ve çocukları Danny ile Maeve‘in acılı yaşamlarını konu alıyor. Doğrusu bu yönüyle bir miktar, bizdeki ‘Kemalettin Tuğcu’ romanlarını anımsatıyor.
Danny 3, Maeve ise 10 yaşındayken anne Elna, yoksullara yönelik bir yardım kuruluşunda çalışmak üzere aileyi terk ederek Hindistan’a yerleşiyor. Bu olayın ardından Andrea isimli bir kadınla evlenen baba Cyril bir süre sonra ölüyor ve iki kardeş akabinde üvey anneleri Andrea tarafından evlerinden atılıyor. Kitap genel olarak, çocukların ebeveynlerinin yokluğunda yaşadıkları olayları konu alıyor.
The New York Times‘ta Martha Southgate imzasıyla çıkan eleştiride eser şu sözlerle tarif ediliyor:
“Bu roman, ormanın içindeki dolambaçlı bir yoldan geçiyor ve aceleyle bir bitişe gitmiyor, sonu da pek şaşırtıcı değil. Ancak Patchett ile birlikte yürürseniz, yolun sonunda sizi zenginlikler bekliyor…”
Okuyuculara göre ise Patchett’ın romanı, insanların elde ettikleri, kaybettikleri veya geride bıraktıkları şeylere dair “minnettarlık, şefkat ve bağışlama” temalarına odaklanıyor.