Yaşanan olay okyanusun derinliklerinde yaşananları da bir kez daha gündeme getirdi. Bazı görüşlere göre okyanusun derinliklerine gitmek uzaya gitmekten daha tehlikeli… Peki, neden? İşte yorumlar
Kurtarma ekipleri Titanik’i enkazına gitmek isterken kaybolan deniz gözlem aracı Titan’ı bulmak için yaklaşık 4000 metre derinlikte bir yer altı alanı taradılar ancak 5 kişiye halen ulaşamadılar. Gözlem aracında yer alan kişilerin tamamınan hayatını kaybettiği düşünülüyor. BBC’ye göre çalışmaların yürütüldüğü bu sert ve acımasız ortam, dünyadaki yaşamdan çok uzaya benziyor.
Chip’in de aktardığı gibiTitanik, donma sıcaklıkları ve sürekli karanlığıyla bilinen “gece yarısı bölgesi” adı verilen bir bölgede bulunuyor. Titan’da daha önceki keşif gezilerine katılan insanlar, sonunda aniden okyanus tabanına çarpmadan önce zifiri karanlık koşullarda iki saatten fazla ilerlediklerini anlatıyorlar. Denizaltının ışıkları, ona sınırlı bir görüş alanı sunuyor, ancak bu birkaç metreden öteye gitmiyor. İlk müdahale ekipleri bu koşullarla mücadele etmek zorunda.
OKYANUSUN DİBİNE GİTMEK NEDEN UZAYA GİTMEKTEN DAHA TEHLİKELİ?
ABD Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi’nin 2022 rakamlarına göre, insanlar on binlerce yıldır okyanus yüzeyini araştırıyor olsa da deniz tabanının yalnızca yaklaşık yüzde 20’si haritalandırıldı.
Araştırmacılar sık sık uzaya seyahat etmenin okyanusun dibine dalmaktan daha kolay olduğunu söylüyorlar. Woods Hole Oşinografi Enstitüsü’ne göre, 12 astronot Ay yüzeyinde toplam 300 saat geçirmiş olmasına rağmen, Dünya’nın deniz tabanının bilinen en derin noktası olan Challenger Deep’i (Mariana Çukuru’nun en derin noktası olan Challenger Deep’tir) keşfetmeye sadece üç kişi, toplamda yaklaşık üç saat harcamış. CNN’de tam bu konuyu mercek altına alıyor…
Peki, derin okyanusta neler oluyor?
CNN’nin analizine göre derin deniz araştırmalarının bu kadar sınırlı olmasının bir nedeni var: Okyanusun derinliklerine seyahat etmek, ne kadar aşağıya inilirse o kadar büyük basınç seviyelerine sahip bir alana girmek demek. Bu yüksek riskli bir uğraş. Ayrıca ortam karanlık ve görüş mesafesi neredeyse hiç yok. Sıcaklık da aşırı derecede soğuk.
OKYANUS KEŞİFLERİNİN TARİHİ
İlk denizaltı 1620 yılında Hollandalı mühendis Cornelis Drebbel tarafından inşa edildi, ancak sığ suların ötesi için yeterli değildi. Sonar teknolojisinin bilim insanlarına okyanusun derinliklerinde neler yattığına dair daha net bir resim sunmaya başlaması için Titanik faciasını beklememiz gerekti. Bu da, ilk denizaltının ardından yaklaşık 300 yıl geçmesi demekti.
Burada en büyük keşif adımı 1960 yılında, bir tür serbest dalış dalgıç aracı olan Trieste bathyscaphe’nin 10.916 metreden daha derinde bulunan Challenger Deep’e yaptığı tarihi dalışla atıldı.
O zamandan beri sadece birkaç görev için bu derinliklere ulaşıldı. Bu yolculuklar son derece tehlikeli. Çünkü okyanus yüzeyinin altında kat edilen her 10 metrede bir basınç artıyor. Bu basınçta, en küçük bir yapısal kusur felakete yol açabilir.
Massachusetts’teki Woods Hole Oşinografi Enstitüsü’ne göre, derin okyanus olarak kabul edilen yerler yüzeyin 1.000 metreden 6.000 metre altına kadar uzanırken, derin deniz çukurları 11.000 metreye kadar inebiliyor. Hadal veya hadalpelajik bölge olarak adlandırılan bu bölge, adını Yunan yeraltı tanrısı Hades’ten almakta. Hadal bölgesinde sıcaklıklar donma noktasının hemen üzerinde seyreder ve güneş ışığı içeriye nüfuz etmez.
Challenger Deep’te yapılan ilk keşifler oldukça dikkat çekiciydi. Kimyasal kalıntılar, karides benzeri süper dev amfopodlar ve dipte yaşayan Holothurianlar veya deniz hıyarları gibi bir çok canlı vardı. Woods Hole Oşinografi Enstitüsü’nde çalışan deniz jeoloğu Robert Ballard, 1970’lerde Galápagos Yarığı yakınlarındaki denizde tamamen yabancı bir ekosistem keşfettiğinde yeni bir dünyanın kapılarının açıldığını söylemişti.
Bazıları iletişim kurmak, avlarını cezbetmek ve eşlerini çekmek için biyolüminesansla parlayan bu sıra dışı canlılar, okyanus çukurlarının dik duvarları içinde yaşam alanları oluşturmuş durumda. Bu yaşam formları bu ekstrem ortamda yaşamaya adapte olmuş ve gezegenin başka hiçbir yerinde bulunmuyor. Güneş ışığı yerine okyanus tabanının altından yükselen magmanın oluşturduğu hidrotermal sızıntılardan ve bacalardan püsküren kimyasal enerjiyi kullanıyorlar.
OKYANUSU HARİTALANDIRMAK NEDEN BU KADAR ZOR?
Bilimsel açıdan bakıldığında, okyanus tabanına yapılan turistik geziler okyanusun gizemlerine dair bilgilerimizi daha ileriye götürme konusunda çok az katkıda bulunuyor. Bu zamana kadar derin okyanusun ve hatta orta okyanusun sadece çok küçük bir yüzdesi insan gözüyle görülebildi. Ve okyanus tabanının çok çok küçük bir kısmı haritalandırıldı.
Maliyet çok yüksek
Bunun nedeni büyük ölçüde maliyet. Sonar teknolojisiyle donatılmış tekneler çok yüksek masraflara yol açabilir. Sadece yakıt bile günde 40.000 dolara kadar çıkabiliyor. Bununla birlikte, şu anda okyanus tabanının kesin bir haritasını oluşturmak için Seabed 2030 adı verilen bir çalışma yürütülmektedir.
2.2 MİLYON TÜRDEN SADECE 240 BİNİ BİLİNİYOR
Derin denizler hakkında hala bilinmeyen çok şey var. Okyanuslarda var olduğuna inanılan 2,2 milyon türden sadece 240.000’i bilim insanları tarafından tanımlanmış.
Teknolojideki ilerlemeler okyanus derinliklerinin insan eliyle keşfedilmesini ortadan kaldırabilir. Derin deniz robotları, yüksek çözünürlüklü su altı görüntüleme, makine öğrenimi ve deniz suyunda bulunan DNA’nın sıralanması gibi yenilikler, yeni yaşam formlarının keşfedilme hızını ve ölçeğini hızlandırmaya oldukça yardımcı olacak.
Okyanusun bileşikler açısından bir altın madeni olduğu düşünülüyor ve keşfedilmesi birçok biyomedikal buluşa yol açmıştır. Denizden elde edilen ilk ilaç olan Cytarabine, 1969 yılında lösemi tedavisi için onay aldı. Bu ilaç bir deniz süngerinden izole edildi.
Bir tür deniz yumuşakçası olan koni salyangozlarının zehrindeki biyoaktif bileşikler üzerinde yapılan çalışmalar, zikonotid (ticari olarak Prialt olarak bilinir) adı verilen güçlü bir ağrı kesicinin geliştirilmesine yol açtı.
Bilim insanları, deniz hidrotermal bacalarında bulunan bir mikroptan izole edilen bir enzim yardımıyla, DNA iplikçiklerini kopyalamak için yaygın olarak kullanılan bir teknik olan polimeraz zincir reaksiyonunu geliştirdiler. Denizanalarında gözlemlenen yeşil floresan protein ise araştırmacıların kanser hücrelerinin yayılması ve sinir hücrelerinin gelişimi de dahil olmak üzere bir zamanlar görünmeyen süreçleri izleyebilmelerini sağlıyor.
Bunlar sadece birkaç örnek. Araştırmacılar okyanusun ve içerdiği yaşamın, antibiyotik ilaç direnci gibi tıbbın en büyük sorunlarından bazılarına yanıt verebileceğini söylüyor. Denizi incelemek, belki bize yaşamın nasıl evrimleştiğini de anlatabilir.