Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı ihtimali yavaş yavaş kendini hissetirmeye başlarken, Alman bilim insanları nükleer fisyon olasılığını ortaya çıkardılar. Sonraki yıllarda, nükleer silahların Hitler’in eline geçmesi fikrinden duyulan korku, ABD’nin kendi bombalarını yapma çabasının (Manhattan Projesi) ve genellikle “atom bombasının babası” olarak anılan J. Robert Oppenheimer’ın arkasındaki en güçlü itici güçlerden biri haline geldi.
Ancak görünüşe göre, Nazi Almanya’sı gerçekten uygulanabilir bir atom silahı geliştirmenin eşiğinde bile değildi.
NÜKLEER FİSYONU ASLINDA ALMANLAR BULDU
Chip’te yer alan bilgilere göre nükleer fisyon ilk olarak 1938’de Alman kimyagerler Otto Hahn ve Fritz Strassman ile Berlin’deki Kaiser Wilhelm Kimya Enstitüsü’nde çalışan fizikçiler Lise Meitner ve Otto Robert Frisch tarafından keşfedildi. Kolektif çalışmaları, bir nötronun çarpması ile uranyum çekirdeğinin ikiye ayrılarak muazzam miktarda enerji açığa çıkardığını bularak fisyonun şaşırtıcı doğasını ortaya çıkardı.
Nisan 1939’da, nükleer fisyonun keşfedilmesinden sadece aylar sonra Almanya, bu yeni bilimsel atılımın gücünden yararlanmak için Uranverein veya “uranyum kulübü” adlı gizli programını başlattı. Almanya, Eylül 1939’da Polonya’yı işgal etmeye başlamasından ve ülkenin genç beyinlerinin çoğunun orduya katılmak zorunda kalmasından dolayı ilk ilerleme yavaştı.
Ancak, bu nükleer programın söylentileri diğer ülkelere yayıldı. 2 Ağustos 1939’da ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’e “Einstein mektubu” gönderildi. Leo Szilard tarafından yazılan ve Albert Einstein tarafından imzalanan mektup, Nazi Almanya’sının nasıl “yeni tip son derece güçlü bombalar” geliştirme potansiyeline sahip olduğu konusunda uyarıda bulundu ve ABD’nin kendi nükleer programını başlatması gerektiğini önerdi.
Bu noktada Almanya’nın açık bir şekilde önde olmasına rağmen, bombaya ilk olarak ulaşamamış olması şaşırtıcı gözükebilir.
O sırada birçok önemli Yahudi bilim insanı Almanya’dan kaçmış olsa da, ülkede halen çok sayıda başarılı bilim insanı bulunuyordu. Hitler’in kendisi tarafından yetkilendirilen Ordu fizikçisi Kurt Diebner, nükleer fisyonun askeri uygulamalarını araştırmak amacıyla Alman nükleer silah programını yönetmesi için seçildi.
Programdaki bir diğer önemli isim, belirsizlik ilkesiyle tanınan, öncü kuantum fizikçisi Werner Heisenberg idi. Abraham Esau, Paul Harteck, Walther Gerlach ve Erich Schumann gibi pek çok önemli bilim insanı da ekipte yer alıyordu.
Ancak, bu yıldız kadro yeterli değildi. Projenin başarısızlığıyla ilgili bazı ipuçları, ABD’nin Japonya’nın Hiroşima kentine atom bombası attığı 6 Ağustos 1945’te Almanya’nın önde gelen nükleer fizikçileri arasındaki bir konuşmanın dökümünde görülebiliyor.
Heisenberg, programda çalışan insan eksikliğini suçluyor gibi görünüyor ve ABD’nin Manhattan Projesi’nde Almanlardan çok daha fazla olan 180.000 bilim insanı çalıştığına dikkat çekiyor. Harteck ise projeye aktarılan para eksikliğine vurgu yapıyor.
Bir başka öneri de Alman ekibinin, ekibi yarı yolda bırakan büyük egolarla dolu olduğu yönündeydi. Fizikçi Horst Korsching’in söylediğine göre “Amerikalılar muazzam ölçekte gerçek bir işbirliği yapma yeteneğine sahipler. Almanya’da bu imkansızdı. Her biri diğerinin önemsiz olduğunu söyledi.”
Diğer bir açıklama da, üst seviye Nazi yöneticilerinin, savaşı kazanabileceğine dair kanıtlanabilir bir kanıt olmadıkça, nükleer teknoloji konusunda büyük yatırımlara istekli olmadığını öneriyor. Atom fiziği o sıralarda büyük oranda bilinmeyenlerle doluydu ve Hitler, ümit vaat eden V-2 uzun menzilli roketlere çok daha fazla yatırım yapmayı tercih etti.
Profesör Mark Walker, Nazi nükleer emellerinin tarihi hakkındaki kitabında, Alman nükleer programının İkinci Dünya Savaşı sırasında “laboratuvar seviyesinde dondurulduğunu” belirtiyor. Walker, organizasyonel sorunlardan yıpranan bilim insanlarının ilkel bir nükleer fisyon reaktörü inşa etme çabasında kaldıklarını ve hatta bu görece “mütevazı görevde” bile başarısız olduklarını yazıyor.
2019’daki araştırmalar, Almanların karşılaştığı sorunlarla ilgili daha fazla bilgiyi ortaya çıkardı. Maryland Üniversitesi’ndeki bilim insanları, Alman ekibi tarafından kullanılan uranyum küplerinin izini sürmeye çalıştılar ve merkezi laboratuvarın kendi kendine yeten bir nükleer reaktör inşa etmek için yeterli olmadığı sonucuna vardılar.
İronik bir şekilde, Almanya’nın diğer yerlerinde başka uranyum stokları da vardı, ancak ayrı ve rakip deneyler yapma taktikleri, üzerinde çalışacak yeterli malzemeye sahip olmadıkları anlamına geliyordu. Tıpkı Korsching’in önerdiği gibi, Almanya’nın aksine ABD’nin Manhattan Projesi, kaynaklarını bir araya toplayan ve dağıtan çok daha işbirlikçi bir yaklaşım benimsiyordu.
Alman programı, çok önemli bir zamanda büyük bir askeri yenilgiyle de engellendi. 1940’ta Norveç’in işgalinin ardından Almanlar, Vemork hidroelektrik santralini ele geçirdi ve onu nükleer reaktörler için hayati bir bileşen olan ağır su üretmek için kullandı.
Naziler için bu santralin kritik rolünün farkına varan Müttefik kuvvetler, santrale karşı bir dizi stratejik bombalama gerçekleştirerek ağır su kaynaklarını azaltmaya başladı. En büyük darbe 1943’te Norveçli komando kuvvetleri tesise saldırması ve ardından Müttefiklerin bir başka bombalama saldırısı düzenlemesiyle geldi. Kalan malzemeleri ülke dışına taşıma girişimleri, feribotu Tinn Gölü’nde batıran Norveçli direniş savaşçıları tarafından engellendi.
Tesisi patlatan komando ekibinin Norveçli lideri Joachim Ronneberg, 2015’te New York Times’a “Sadece şansa olan pek çok şey vardı. Planımız yoktu. Sadece en iyi durumu umuyorduk” dedi.
Ronneberg, eğer bu cesur görev başarısız olsaydı, Londra’nın “Hiroşima’ya benzeyebileceğini” de sözlerine ekledi.