
Nükleer Kriz Altında: Trump’ın Tehdidi, İsrail’in Operasyonu ve İran’ın Zorlu Stratejik Eşiği
Analiz: Sümeyra ULUS
2025 yılının Haziran ayına gelindiğinde, Orta Doğu bölgesi, nükleer kapasiteye sahip devletlerin doğrudan karşı karşıya geldiği tarihsel bir eşiğe ulaşmıştır. Bu seferki kriz, Gazze merkezli bir halk hareketinden ya da vekâlet savaşı modelinden farklı olarak, doğrudan devlet aktörlerinin yürüttüğü yüksek yoğunluklu bir çatışma riskini barındırmaktadır. Gerilimin tetikleyicisi, İran’ın nükleer programı çerçevesinde yürüttüğü yeni zenginleştirme faaliyetleri ve buna karşılık İsrail’in doğrudan askeri müdahalesidir.
İsrail’in İran’a yönelik gerçekleştirdiği son hava saldırıları, uluslararası hukuk ve egemenlik ilkeleri açısından ciddi ihlaller barındırmaktadır. İran toprakları, Birleşmiş Milletler (BM) üyesi egemen bir devlettir ve herhangi bir askeri saldırı, meşru müdafaa gerekçesiyle açıkça ispatlanmadığı sürece BM Şartı’nın 2. maddesine aykırıdır. İsrail, bu saldırıları “önleyici savunma” olarak meşrulaştırmaya çalışsa da İran’ın fiilî bir saldırıda bulunduğuna dair somut bir kanıt sunamamaktadır. Bu durum, İsrail’in eylemini hukuki değil, stratejik ve politik bir hesaplaşma olarak konumlandırmaktadır.
ABD Başkanı Donald Trump’ın açıklamaları ise bu krizi sadece bir bölgesel güvenlik başlığı olmaktan çıkararak küresel istikrarsızlık potansiyeline sahip bir meseleye dönüştürmektedir. Trump’ın ifadeleri, ABD’nin geleneksel arabuluculuk rolünden uzaklaşarak, açık biçimde bir tarafın yanında ve bir çatışmanın parçası olma yönünde konumlandığını göstermektedir.
Trump’ın Söylemi: Diplomasi Sonrası Stratejik Baskı
Başkan Donald Trump’ın Truth Social üzerinden yaptığı açıklamalar, geleneksel diplomatik kodların dışında, doğrudan tehdit içeren bir üslup barındırmaktadır. “İran’a şans üstüne şans verdim” ve “çok geç olmadan sadece gerekeni yapın” gibi ifadeler, diplomasiye dayalı bir kriz yönetiminden çok, askeri müdahalenin meşrulaştırılması çabasını yansıtmaktadır. Bu tür söylemler, uluslararası ilişkiler literatüründe sıklıkla gözlemlenen ‘zorlayıcı diplomasi’ sınırlarını aşarak, doğrudan çatışmayı teşvik eden bir içerik taşımaktadır.
Trump’ın İsrail’in ‘Yükselen Aslan Operasyonu’ndan önceden haberdar olması, yalnızca bilgi paylaşımı anlamına gelmemektedir. Aynı zamanda bu durum, ABD’nin operasyonun zamanlamasına ve içeriğine dolaylı onay verdiği yönünde yorumlanmaktadır. Bu, ABD’nin Orta Doğu’daki politikalarının değiştiğine, özellikle de İran’a karşı ‘önleyici saldırı’ doktrinine yaklaştığına dair güçlü bir işarettir.
Trump yönetimi, bu söylem biçimiyle hem iç kamuoyuna güçlü liderlik mesajı vermeyi hem de İran karşıtı koalisyonu psikolojik olarak tahkim etmeyi amaçlamaktadır. Ancak bu yaklaşım,
ABD’nin diplomasiden geri çekilerek çatışma ekonomisine yöneldiği ve küresel düzeyde güven inşa etme kapasitesini zayıflattığı yönünde eleştirileri de beraberinde getirmektedir.
İsrail’in Hedefi: Nükleer Altyapıya Operasyonel Müdahale
İsrail’in İran’a karşı başlattığı hava saldırısı, taktiksel değil stratejik bir nitelik taşımaktadır. Operasyona katılan 200’ün üzerindeki savaş uçağı, yalnızca İran’ın nükleer zenginleştirme tesislerini değil, aynı zamanda askeri komuta zincirini ve kritik altyapı noktalarını hedef almıştır. Saldırıların temel amacı, İran’ın nükleer kapasitesini uzun vadeli biçimde sekteye uğratmak, rejim içindeki karar alma organlarına doğrudan mesaj vermek ve olası bir misillemeyi geciktirmektir.
Natanz nükleer tesisi bu saldırıların merkezinde yer almıştır. Ancak uzman analizleri, tesisin fiziksel olarak hedef alınmasına rağmen zenginleştirme faaliyetlerinin tamamen durdurulmadığını, hasarın sınırlı olduğunu ortaya koymaktadır. Fordow gibi yer altına inşa edilmiş ve daha iyi korunan tesislerin saldırıya uğramamış olması, operasyonun kapsamı hakkında soru işaretleri doğurmuş ve bu durum, İsrail’in saldırının boyutunu bilinçli olarak sınırladığı ya da operasyonel kapasite sınırlamaları nedeniyle hedef seçiminde temkinli davrandığı şeklinde yorumlanmıştır. Ancak İsrail’in sabah gerçekleştirdiği saldırının ardından, akşam saatlerinde yeni hedeflere odaklanan ikinci dalga başladı. Saldırı kapsamına bu kez Tahran çevresi, Fordow yer altı tesisi ve Isfahan yakınları eklendi; ayrıca İran’ın füze ve drone başlatma üssü olduğu iddia edilen kentlere mühimmat ve hava savunma zaafı verilerek stratejik baskı artırıldı.
Ayrıca operasyonda hedef alınan yüksek rütbeli Devrim Muhafızları komutanları, İsrail’in yalnızca nükleer faaliyetlere değil, rejimin politik ve askeri beyin takımına karşı da doğrudan bir mesaj verdiğini göstermektedir. Bu durum, çatışmanın sadece teknik altyapıya değil, aynı zamanda ideolojik ve karar verici unsurlara yöneldiğini ve böylece İran tarafında daha sert ve radikal bir yanıt üretme ihtimalini artırdığını göstermektedir.
Umman’daki Diplomasinin Çöküşü: ABD’nin Etki Sınırları
ABD’nin Umman’da başlatmayı planladığı dolaylı müzakereler, henüz ilk temas aşamasına geçmeden askeri gelişmelerin gölgesinde anlamını yitirmiştir. ABD Başkanı Donald Trump’ın özel temsilcisi Steve Witkoff’un İranlı muhataplarla yürütmek istediği ön görüşmeler, İsrail’in operasyonuyla eş zamanlı gerçekleştiği için pratikte hiçbir ilerleme kaydedememiştir. Bu gelişme, yalnızca anlık bir diplomatik başarısızlık değil; aynı zamanda ABD’nin bölgedeki etkisinin fiilen sorgulanmasına neden olan sistemik bir güç kaybıdır.
Witkoff’un, İsrail Başbakanı Netanyahu’yu askeri müdahaleyi ertelemeye veya sınırlı tutmaya ikna edememesi, Washington’un Tel Aviv üzerindeki tarihsel nüfuzunu kaybettiğine dair somut bir örnek sunmaktadır. Bu durum, ABD’nin yalnızca İran’la değil, aynı zamanda kendi müttefikleriyle de etkili kriz yönetimi yürütemediğini göstermektedir.
Uluslararası ilişkiler düzleminde bu tür durumlar, büyük güçlerin caydırıcılık kapasitesine ilişkin güven erozyonuna neden olur. ABD, İsrail gibi bir müttefiki dahi kontrol edemiyorsa, diğer bölgesel aktörler açısından da Amerikan güvencelerinin anlamı sorgulanır hâle gelir. Bu,yalnızca bir diplomatik kayıp değil; aynı zamanda Washington’un uzun vadeli prestijini zedeleyen stratejik bir başarısızlıktır.
Çoklu Krizler: ABD Stratejik Aşınma Riskiyle Karşı Karşıya
2025 yılı itibarıyla ABD, üç ayrı cephede aynı anda askeri ve diplomatik angajmana girmiş durumdadır. Gazze’de İsrail’in operasyonlarına yönelik sınırlı destek, Ukrayna’da süregiden konvansiyonel savaş ve Yemen’de Kızıldeniz güvenliğini tehdit eden Husilere karşı alınan önlemler, Amerikan dış politikasını yüksek stres altında tutmaktadır. Bu durum, klasik ‘tek cepheli müdahale’ kapasitesine sahip ulus-devletlerin stratejik aşınma riskiyle karşı karşıya kaldığı bir tabloyu resmetmektedir.
İran’la yaşanacak potansiyel bir savaş, sadece bu yükü daha da artırmakla kalmaz; aynı zamanda ABD’nin müttefiklerine verdiği güvenlik taahhütlerini de zayıflatır. Örneğin Pasifik’te Çin’e karşı sürdürülen caydırıcılık stratejisi ya da NATO içindeki konsolidasyon çabaları, Orta Doğu’daki yüksek yoğunluklu angajmanlar nedeniyle sekteye uğrayabilir.
Bu çerçevede bakıldığında, İran’la olası bir çatışma, sadece Tahran’ın nükleer kapasitesini değil, ABD’nin küresel güvenlik mimarisi içindeki liderlik rolünü de hedef alan bir stres testi hâline gelmektedir. Amerikan kamuoyunun yeni bir ‘sonsuz savaş’a tolerans göstermesi oldukça düşük ihtimaldir. Bu nedenle kriz, yalnızca dış politika boyutunda değil, iç siyasal dengeler açısından da yıpratıcı bir potansiyel taşımaktadır.
Sonuç: Bu Tırmanış Kontrollü Bir Caydırıcılık mı, Yoksa Nükleer Bir Eşik mi?
Orta Doğu’daki mevcut gelişmeler, yalnızca bir krizin yönetilememesi değil; aynı zamanda uluslararası sistemin caydırıcılık ve diplomasi ekseninde ciddi bir testten geçtiği bir döneme işaret etmektedir. İsrail’in nokta atışı operasyonları ve İran’ın buna karşı verdiği yüksek perdeden tepkiler, krizin daha önceki örneklerden farklı olarak doğrudan devletler arası sıcak çatışma olasılığı taşıdığını göstermektedir.
ABD’nin bu süreçte taraflara yön verecek bir pozisyon alamaması, klasik diplomatik mimarinin çöktüğünü ve artık karar alıcıların risk-esaslı güvenlik stratejilerine yöneldiğini kanıtlar niteliktedir. Bu tablo, çok kutuplu bir dünyada krizlerin daha sert, daha hızlı ve daha kontrolsüz biçimde tırmanabileceğini de teyit etmektedir.
Bu noktada temel soru şudur: Karşımızda duran tablo, tarafların kısa süre içinde müzakere zeminine dönmesini sağlayacak kontrollü bir gerilim stratejisi midir? Yoksa bu sürecin sonunda, 21. yüzyılın ilk nükleer savaşına tanıklık mı edeceğiz?
Cevap, henüz hiçbir başkentte açık biçimde verilmiş değil. Ancak kesin olan bir şey var: Tahran, Tel Aviv ve Washington hattındaki bu kriz, yalnızca bölgesel düzenleri değil, küresel güvenlik mimarisini de geri döndürülemez biçimde dönüştürebilecek bir eşiğe ulaşmıştır. Olası sonuçların etkisi, sadece bugünün değil, gelecek on yılın jeopolitiğini yeniden şekillendirecektir.
Sümeyra Ulus
Konuk Yazar
KAYNAKLAR