Salâh Birsel’in “Kahveler Kitabı”nda aktardığına göre Kâtip Çelebi kahve için “keyf erbabının keyflerini artırır, cana can katar” diyesiymiş. Yine aynı kitapta Birsel kahvenin Türkiye’ye 1543 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın çağında gemilerle -İstanbul’a- getirildiğini yazar. Nereden baksanız yaklaşık 500 yıldır kahve içiliyor bu topraklarda demek ki. Bugün ne çeşitler, ne yöntemler biliyoruz, ama hatırlıyorum, benim çocukluğumda ya babaannemin yaptığı köpüklü Türk kahvesi içilirdi evde, ya da neskafe. Filtre kahve diye bir şey bilmezdik ve Nescafe bir marka bile değildi henüz. (Ama bardak vardı elbette)
Kahveyi severim sevmesine ve günde en az 3-4 fincan da içerim ama bu satırları karalamamın sebebi kahveye duyduğum sevgi değil, benim kahveye yazılmış bir aşk mektubu olarak nitelelemeyi tercih ettiğim bir belgesel. Geçen hafta çevrimiçi bir buluşmada izlediğim “Göz Açıp Kapayıncaya Kadar” adlı bu film insomnia derdinden muzdarip bir adamın kahveyle olan muhabbetini ve kahvenin türlü gizemini merak edip yollara koyulmasını anlatıyor. Selin Atasoy ve Okan Bayülgen’in yazdığı, Cem Adıyaman’ın yönetmen koltuğunda oturduğu ve tabii ki Okan Bayülgen’in başrolünü üstlendiği bu hybrid belgeselde Ahmet Ümit, Emrah Safa Gürkan, Vedat Ozan, Sahrap Soysal gibi tanıdık isimlere de rastlıyoruz.
Özet cümlesi “Kahve ve kahve kokularının baş döndürücü dünyasında kaybolan bir adamın hikâyesi…” olan film kahveyi hemen her yönüyle ele alan bir senaryo üzerine kurgulanmış. Yani hem kahveyi 5 duyumuzla ilişkilendiren bir yanı var (gerçekten de tat, koku, görüntü, ses… hemen her şey) hem de kahvenin tarihi, içme ve pişirme adetleri, toplumsal hayattaki yeri gibi farklı yönleri… Bir bakıyorsunuz tarihçi Emrah Safa Gürkan kahveye dair ilginç olgulardan bahsediyor, bir bakıyorsunuz ünlü yazar Ahmet Ümit kahve tutkunu başka meşhur edebiyatçılardan dem vuruyor. Vedat Ozan kahve kokusuyla ilgili konulardan söz ederken müzisyen Turcer Tunceli kahve içtiğimiz anda çıkardığımız seslerin hangi notalar olduğunu ve ne anlamlara geldiğini söyleyecek denli kafayı başka bir noktaya deviriyor. İşin marka yönü de bir şekilde unutulmamış ve Arçelik’in (ki zaten filmin ana sponsoru Arçelik ve belgesel de Arçelik’in Youtube kanalında yayınlanıyor) ünlü Türk kahvesi makinesi Telve’nin 2002’den bu yana gelişim macerası da anlatılmış. Ben hala evde cezveyle eski usul kahve yapan ve kahve pişirme ritüelini (keşke belgeselde bu ritüele dair de biraz daha ayrıntı olsaymış) seven biri olduğum için bu makineye vakıf değilim ama söylenenler doğruysa kahveye getirdiği yüksek standart ölçüsü dikkate değer doğrusu. Gelenekselin yerini alan teknolojiler her zaman benim için başta bir şüphe vesilesi olsa da bazen işe yaradığını kabul edip hayatı yeniden güncellemek gerekebiliyor. Hala gramofon kullanarak müzik dinlemediğimize göre… değil mi?
Uzatmayalım, izlediğinizde içinizde kahve içme isteğini birden fazla kez uyandıracak olan bu 75 dakikalık film özellikle düşsel bir havaya sahip dinamik kurgusu ve dramatik atraksiyonlar da içeren hikayesiyle sizi sıkmadan kahveye doyuracak bir belgesel. Filmin içinde tüm ekranı kaplarcasına beliriveren yazıların kullanımını özellikle çok sevdim, akıl edenin aklına sağlık. Konvansiyonel yöntemler yerine böyle karmaşık bir kurgunun tercih edilmesi ve pandemiye rağmen (konukların sosyal mesafeye nasıl dikkat ettiklerini görmemek mümkün değil bu arada) böylesi çok mekanlı, çok konuklu bir filmin kotarılmış olması ise ayrıca takdire şayan.