Sıra duyarlı, bilinçli ve sorumlu ‘sanat filmlerine’ geliverdi. Altın Palmiye adayı ilk üç film, modası geçmeyen, gürültü patırtı koparmadan izeyicisine derinden dokunmayı başaran özgün yaratıcı sineması örnekleriydi.
Köklerini sorgulayan, düşlerine sarılan, karabasanlardan kurtulmaya çabalayan ; sonuçta, doğasına ve iç dürtülerine en uygun anlamı yükleyebileceği en ‘doğru yeri’ ve yasam biçimini arayan insanlarla buluşuverdik beyazperdede. Yedisinden yetmişine herkesle, hep beraber…
Bağımsız Amerikan sinemasının özgün adlarından, senaryo yazarı ve yönetmen James Gray (1969) ve, birlikte imzaladıkları “Sekiz Tepe” ile ana bölüme ilk kez seçilen Belçikalı Charlotte Vandermeersch (1983) / Felix Van Groeningen (1977) çifti, ‘gerçek dostluğun anlamı ve önemi’ diye özetleyebileceğimiz beylik temaya, çok farklı iki bakış açısıyla eğilerek, insanoğlunun gelip saplandığı döngüsel çıkmazları değişik açılardan aydınlatıyorlar. Üstelik, düşündürerek, duygulandırarak, ön sezi ve ön yargılarımızı temelden sorgulamaya iteleyerek…
Her iki filmde de, çocuklukta örülmeye başlanan, bu nedenle de bağlılığın en sağlamı ya da en kırılganı olabilecek dostluklar, ya da serpilip gelişemeyen arkadaşlıklar söz konusu.
“Altın Palmiye yarışına beşinci kez katılan James Gray’in özgeçmişsel izler taşıyan filmi “Armageddon Time”da, Nazizmden kaçarak ABD’ye yerleşmiş Yahudi kökenli orta sınıf ailenin üçüncü kuşağını temsil eden ortaokul öğrencisi Paul ile, yoksul ninesinin yanında yaşamak zorunda kalmış siyahi sınıf arkadaşı arasındaki olanaksız dostluğun, 1980’li yılların New York’unda geçen çok boyutlu öyküsünü izliyoruz. Yetenekli, zeki ve asi ruhlu Paul, ünlü bir ressam olmayı düşlemektedir… Öğretmenlerin ve yetişkinlerin her yaramazlığı, her suçu üzerine yükleyiverdikleri kara derili, dikbaşlı arkadaşı, Amerikan toplumunda eşitliğin bir düş olduğunu, iyi niyetli Paul’ün ve ailesinin gerçeklere direnemeyeceklerini çok iyi bilmektedir. Haksız suçlamaları üstlenmekten çekinmez. Bu çifte standartlı düzende, Onun iyi bir dost olmasına, yani fedakarlıkta bulunmasına izin vardır. Kendisini kurtarmak zorunda kalan Paul ise, vicdan azabıyla baş başadır artık. Babasının ya da görmüş geçirmiş sevecen dedesinin (Antony Hopkins) öğütleri acılarını dindiremeyecek, sadece yaşamın onulmaz adaletsizliği ve acımasızlığı karşısında, elindeki kozları kullanarak, önce kendini kurtarmak zorunda olduğunun bilincine varacaktır…
İyi yetişsin diye gönderildiği tutucu özel okulun en büyük bağışçısı, bugün ne yazık ki çok iyi tanıdığımız Donald Trump’un babasıdır!…
Çocukluğunu, Donald Reagan’ın Başkan seçildiği dönemde yaşayan küçük Paul, insanlığın 40 yıl sonra saplanacağı bataklığı herkesden daha önce farketmiş miydi acaba?
Fark etmiş olsa bile, yine elinden bir şey gelmemiş, sadece kendini ve yakın çevresini kurtarmak ‘zorunda’ kalmıştı herhalde…
TOM CRUISE RÜZGARI
Amerikan ve Rus sinemalarının yetenekli adları James Gray ile, filmi “Bayan Çaykovski”den yarın söz etmeye çalışacağım Kirill Serebrennikov içtenlikle alkışlanırken, sokakta ve festival sarayında coşkuyla karşılanan Tom Cruise, son filmi “Top Gun: Maverick”in özel gösterimi için, otuz yıl aradan sonra, Cannes’ da ilk kez boy göstermekte.
Tıklım tıklım dolu ‘sinema dersi’, daha doğrusu sohbeti sırasında, yıldız oyuncunun ne kadar mükemmelliyetçi bir zihniyetle çalıştığını ve mütevazi görünmeyi önemsediğini farkediyoruz…
Bu arada, festival yönetiminin de kuşkusuz hoşuna gidecek bir tavır sergiliyor Tom Cruise : Filmlerin tadına varabilmek için, sinema salonlarına gitmek, büyük ekranlarda izlemek gerekir…