Alçaklığın…
Hainliğin…
İkiyüzlülüğün…
Puştluğun…
Kısacası, cümle kokuşmuşluğun…
At oynattığı bir dönemde…
Yaşamdan zevk alabilmek ancak:
Zayıfların bahtiyarlığıdır…,
Esas olan sadece:
Yaşamak değil,
İnsana yakışır şekilde…
Ve…
Onurlu yaşamaktır…
Teslim olmadan…
Boyun eğmeden…
Sürünmeden…
El etek öpmeden
Yaşamaktır…
*****
Yine iç çektirmişti Nazım Hikmet’in dizeleri. Efkâr bulutları tam da ruhumu ele geçirecekken kapı çaldı. Efkârımı çalan hırsıza kapıyı açmak canımı sıktı.
Kapıyı açınca bıyıklı, esmer, yirmi beş otuz yaşlarında gösterse de ruhu 60’ına merdiven dayamış biriyle göz göze geldim. Çenesinin altında boyun bölgesindeki kızarıklık dikkat çekiciydi.
– Buyrun, nasıl yardımcı olabilirim?
– Üzülme artık demek için buradayım.
– Anlamadım.
– Nazım’ın şiirleri insanı sarsıyor bazen.
‘Nasıl yani’ diye geçirdim içimden, ürperti duyarak.
‘Anlatacağım’ dedi içimdeki sesi de duyabilen bu delikanlı, ismimle hitap ederek. Destursuz girdi içeri. Saygılı bir edası vardı ama müsaadesiz içeri dalması bir yana, babası yaşındaki adama ismiyle hitap etmesine ne demeliydi.
Ayakkabılarını da çıkarmadan doğruca salona yöneldi, fakirhaneyi daha önceden defalarca ziyaret etmiş gibiydi.
Bembeyaz spor ayakkabılarında ne toz ne de çamur izi vardı. ‘Misafirliğe gittiklerinde terliğini yanında götüren teyzeler gibi, ayakkabısını zili çalmadan hemen önce değiştirmiş olabilir mi’ diye düşündürdü kısacık da olsa.
Düşündürdü çünkü, bulutlar yarın ki Nevruz bayramını şimdiden kutluyor gibiydi, çimenler yağmur şarabından çakır keyifti. Ayakkabılarının bu kadar temiz olmasının başka izahı olamazdı. ‘Kesin binaya girince değiştirdi ayakkabılarını…’
– Üzülme artık. Her şeyi biliyorum!
Tam araya girecekken, sol elini havaya kaldırdı usulca, Sadece dinle’ dercesine. Başımı ‘olur’ manasında sallayarak onayladım çaresizce.
– Her şeyi biliyorum. Suçlu hissetmene gerek yok kendini. Devre arasında camiye koştuğunu, kazanmayı çok arzuladığın üniversite için değil de ne için Yaradana yakardığını da çok iyi biliyorum. O kadar uzattın ki Mevlaya yakarışını, Oğuz’un harika frikik golünü bile kaçırmıştın. Kahvehaneye nefes nefese gelip, skor kaç kaç diye sorduğunda 1-1 diyenlere inanmamıştın.
İnanmaman normaldi, bizimkiler dalga dalga hücum ediyordu. Yarım düzine gol atacak kadar fırsat yakalasak da sadece bir gol atabilmiştik ilk kırk beş dakikada. Şampiyonluk kupasının bir ucu ellerimizdeydi.
Nasıl olsa atarız dedik, dedik çünkü bu futbola Barcelona bile dayanamazdı. Kaleci Rüştü’nün dayanabileceği hesapta yoktu. İkinci devrede Hüseyin Avni Eker Stadı’na sis, Aykut’un kalemize attığı golle yüreklerimize tarifsiz gam düşmüştü.
Maç bittiğinde gözlerimizden yaş düşse de sahaya inip Fenerbahçeli futbolcuları linç etmek aklımıza düşmedi. Bazılarımız alkışladık hatta. Dayak yemiş gibiydik. Maç sonu çıkan kargaşada polisten yediğimiz coptan daha çok yanıyordu canımız.
O zamanlar şimdikilerde olduğu gibi siyasetin mezesi edilmemişti futbol. Görele’ye nasıl döndüğümü hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, yaşamak istemiyor oluşumdu.
Kısa bir not bıraktım sevdiklerime. ‘Gömerken beni Trabzonspor bayrağına sarın. Ölümümden kimse sorumlu değil. Yine doğsam, yine Trabzonlu doğmak isterim’.
Bahçemizdeki incir ağacına astım kendimi.
Halbuki daha dün gibi hatırlıyorum. Trabzon sokaklarını ‘Bin dokuz yüz altmış yedide doğdu bu renkler, yer bordo gök mavi şampiyooon’ tezahüratlarıyla inletiyorduk.
O güne dair Fenerli taraftarları taşıyan otobüsü taşlayanlardan, bana mikrofon uzatan Acun’a demeç vermekten utanıp saklandığımı hatırlıyorum bir de…
Sana gelince. Sen, mutluluğun çizilmiş canlı kanlı haliydin. Abidin Dino’ya değil sayısız kurtarış yapan Rüştü’ye aitti yüzündeki mutluluğun fırça izleri.
İntihar ettiğim haberi yayılmıştı tüm yurda. Haberi aldığında ne kadar üzüldüğünü biliyorum. Yüzünün nasıl düştüğünü, Rüştü’nün fırça darbelerinin üzerine siyah boya kutusunun boca olduğunu…
Kendini suçluyordun. Ettiğin duaya bağlıyordun boynuma bağladığımı.
Yirmi sekiz yaşındaydım o gün. Yirmi sekiz yıldır Fenerbahçe Trabzonspor’u, Trabzon’da her yendiğinde aklına geliyorum. Yüreğin sızlıyor. Senin yüzünden intihar etmedim be koçum. Birçoklarının kabahati var ama senin yok, üzülme artık.
Birazdan kalkmak zorundayım. Birkaç kelam daha edip müsaade isteyeceğim. Ersen gelmiş, ona yetişmem gerekiyor da.
Dün gibi hatırlıyorum. 1974 yılında Birinci Lig’e çıkmayı garantilediğimizde Fenerbahçeli futbolcular ‘Sevgili Trabzonspor 1. Lig’e hoş geldin’ pankartı açmışlardı. Büyük takdir toplamıştı büyüklerimizden Fenerbahçe’nin bu jesti. Zaten daha düne kadar Trabzonsporluların çoğu Fenerbahçeliydi.
Nereden nereye geldik. Yozlaştık tek kelimeyle. Özellikle futbolda. Siyaset alametine binen futbol dünyası gidiyor bir kıyamete. Sonuç: Dünyaya rezil olduk. Sevinmesini bilmediğimiz gibi üzülmesini de bilmeyen bir topluma dönüştük aradan geçen yarım asırda.
Sağlıklı bir spor kültürü ortamında büyümüş olsam kıyar mıydım canıma hiç. Üzer miydim sevenlerimi. İncir ağacının gölgesinde Trabzon marşı söylemek varken, asar mıydım kendimi.
Senden ricam, bilinçlendirmeye çalış insanları. Madem gazeteci oldun. Bir kişiyi bile aydınlatsan kârdır unutma sakın. Nevruz bayramıyla tabiat nasıl ki uykusundan uyanır, sen de uyandır gaflet uykusundakileri. Üzüleceksen bundan sonra, uyandıramadıkların için üzül. Ben senin yüzünden intihar etmedim çocuk…
Hadi bana müsaade, Ersen Martin gelmek üzeredir…
‘Birlikte gidelim’ diyecektim ki, telefonuma gelen son dakika mesajının sesine uyandım.
İftardan sonra uzandığım koltukta uyuya kalmışım. 1996’da Trabzonspor Fenerbahçe’ye evinde 2-1 mağlup olmuş, maçın ardından 28 yaşındaki bordo mavili taraftar evinin bahçesinde intihar etmişti. Hiç unutmadım o acı haberi. Sonunda rüyama bile girmişti. Uykuda gördüklerimin tesirini atlatamadan telefonuma gelen mesajı okuyunca bir kez daha sarsıldım.
Şöyle yazıyordu: Bir dönem Beşiktaş ve Trabzonspor’da da forma giyen ve aort yırtılması nedeniyle yıllardır tedavi görmekte olan Ersen Martin hayatını kaybetti. Kırk dört yaşında hayata gözleri yuman futbolcu… Devamını okuyamadım haberin.
Susamıştım. Kana kana içtim suyumu. Toplumun adalete olan susuzluğu nasıl giderilecekti peki? Dünyadaki bütün nehirler, adalete susamış bir insanın susuzluğunu giderebilir miydi?
Bu futbol ikliminde şampiyonluk zerre kadar ilgilendirmiyor artık beni. Akif’in dediği gibi ‘Sözüm odun olsun, hakikat olsun tek’.
Adalet er geç tecelli eder.
İki Nisan’daki Fenerbahçe Olağanüstü Kongresi’nde kolum, yönetime Lig’den çekilme yetkisini vermek için havaya yükselecek.
Hangi sebepten olursa olsun mücadelem, şiddete, holiganizme karşı sürecek…
Teslim olmadan…
Boyun eğmeden…
Sürünmeden…
El etek öpmeden…