Tut köşesinden insan olsun, bırak rüzgâra bahtını bulsun!
Belki de çoğunuz bir yerlerde okumuşsunuzdur ama ben yine de köşeme taşımak istedim. Aslında bu isteğimin pek de öyle özel bir sebebi yok ancak; Cenk Koray’ın, Altan Erbulak’ın ve Cem Özer ile Zeki Alasya’nın ayrı bir yeri vardır bende.
*****
Cenk ağabeyi Zonguldak Tenis Kulübünden hatırlarım, tabi çocuktum o zamanlar, detay verip uzatmaya gerek yok. Altan Erbulak benim devrimin yine bana göre en iyi karikatüristlerindendi. “90 günlük bir şey” isimli kitabın yayımlanması sonrası kalp krizinden öldüğünü hatırlarım. Cem Özer; yıllar önce Ak merkezin üst katında yemek yerken rastlamıştım, televizyon da yer alan şov programlarının akıllarda kalmaması imkânsız diye düşünürdüm, haklıymışım.
*****
Zeki Alasya…
Bana göre müthiş bir tiyatrocuydu ve bir o kadarda insancıllığı yüzünden talihsizlikleri üzerine mıknatıs gibi çeken biri.
Aşağıda okuyacağınız yazı alıntıdır. Belki de bir çoğunuzun daha önce bir yerlerde rastladığı bir anekdot..!
*****
Bu yazıdan herkese bir hisse düşmesi dileğiyle.
1999’ un Eylül ayıydı, boşanmıştım.
Reklam ajansımdaki ortağımdan kazık yemiş, batmıştım.
Televizyonu bırakmıştım.
İftiralarla boğuşuyordum.
Savruluyordum.
Telefonum çaldı, tanımadığım numaraydı açmadım.
Mesaj geldi; “Beni ara” İsim yoktu.
Aradım. “Benim ben Zeki abin” dedi. “Aramazsın diye ismimi yazmadım”
Daha önce hiç ama hiç konuşmamıştık. Yani özel olarak.
Karşılaştıkça saygıdan selam o kadar.
Sanki akranıymışım, sanki kırk yıllık dostuymuşum, sanki Metin’mişim, sanki Ahmet’mişim, sanki Kandemir’mişim gibi konuştu benle.
“Sen şimdi sıkılıyorsundur, daralıyorsundur, kafan bozuk, bulanıktır, araba gönderiyorum, benim balıkçıya geliyorsun. Adresi mesaj at” dedi kapattı.
Gelen arabada, yeğeni, çocukluk arkadaşım, babası babamın gençlik arkadaşı Mesih Alasya’nın oğlu vardı.
O gece, beni, masadaki balığın yanına yatırdı, çatal bıçakla, ince ince, tüm kılçıklarımı ayıkladı.
Lop et kalana kadar uğraştı benimle.
Hayatı anlattı, hayatını anlattı. İnişleri, yokuşları anlattı.
İnişlerini, çıkışlarını anlattı. Tepeleri, çukurları anlattı.
Kayıp sanılan kazanımlarını, kazanç sanılan kayıpları anlattı.
Parayı, parasızlığı anlattı.
İnsana verdiği değeri, bu anlamdaki zenginliği, zenginliğini anlattı.
Parayı tutma gitsin, gerekince gelir dedi, gelir sahibi olmayı anlattı.
Çok borcum vardı, çok borcu vardı, vicdani borçsuzluğu anlattı.
Karides yedik, kalamar yedik, balık yedik, lakerda yedik, hak yememeyi anlattı.
Bir kedi geldi, girdi içeri, bir kaknem müşteri pist dedi, çatal fırlattı, kedi kucağına çıktı abimin, hayvanı anlattı, insanı anlattı.
Yalancı dolma yedik, doğru bildiğinden şaşmamayı anlattı.
Bir gün öleceğiz dedik, dilediğince yaşamayı anlattı.
Babamın yeri ayrıdır elbette.
Ama bir Altan Erbulak,
Bir Cenk Koray,
Bir de ‘O’ yeniden var etti beni.
İçimdeki ‘Ben’ i görenlerdendi ‘O’.
Tanımadan güvenen, tanımadan sevenlerdendi ‘O’.
Ya da uzaktan bakıp en iyi görenlerdendi ‘O’.
Başlığa ‘adam’ yazdım ama ‘müebbet çocuk’tu o.
O geceden sonra kırk yıllık dost olmuştuk.
Seni kırıp da en dost görünenleri vicdanlarıyla baş başa bırakıyorum.
Bekle bizi teker teker geleceğiz yanına, belki yarın, belki yarından da yakın.
Umarım ardımızda senin gibi iyi nefesler verecek insanlar bırakırız.
Kendine iyi bak diyesim var.
Başka bir söz gelmiyor, gelemiyor dilime.
Kusura bakmayın, daha fazla yazamayacağım, gözlerim buğulu, göremiyorum harfleri.
İyisi mi siz; Zeki Alasya yazın ve altına insan olmanın tüm değerlerini sıralayın, sanatı arda kalsın.