Bayramlar gelip geçtikçe, biraz nostalji biraz melankoli hissedenlerden misiniz? Ben öyleyim. Sadece Bayramlar değil aslında; hatırlayabildiğim tüm güzel geleneğin hep var olmasını, kuşaklardan kuşaklara en değerli bir miras misali aktarılmasını nasıl isterdim. Olmuyor!
Olmamasının nedeni boyutlu; hayli çetrefilli sosyal, ekonomik ve politik izleri gözlemleyebilirsiniz ilk bakışta bile. Gelenek sözcüğüne çok anlam yüklüyorum bu yazıda; içerisinde bir toplumun varoluşundan itibaren kimi zaman büyük mücadelelerle elde ettiği tüm kazanımlar ve hasletler de var; yüzüncü yılındaki Cumhuriyetimiz ve temsil ettiği değerler gibi.
Bu derin ve hüzünlü bahse devam edeceğim ama küçük bir parantez açarak, geleneğin, bireysel ve toplumsal olarak aidiyet hissini nasıl güçlendirdiğine spordan bir örnek vermek isterim.
Sıkı bir Tenissever olarak, Erkekler Tenis Turunun köklü turnuvalarından Barcelona Açık’ı seyrettim geçen hafta süresince. İspanya’nın en eski tenis kulübünün, 1899’da açılan kortlarında, 1953’den itibaren düzenlenen bir turnuva bu. Tenisin en ünlü isimlerinden Rafael Nadal, 12 kez kazanmış şampiyonluğunu.
Finalin yapıldığı merkez kortuna onun ismi verilmiş; Gelenek içinde gelenek yaratılmış, şampiyon, tenis kıyafetleri ile havuza atlıyor turnuvanın top toplayıcı çocukları eşliğinde kupa töreninin hemen akabinde. Barcelona, tarihi ve güzel bir şehir zaten ama bu tarz geleneksel organizasyonlar, aidiyet ve milli hislere nasıl katkı sağlıyor tahmin edebilirsiniz. Hatta, biz neden ilk 100’lere profesyonel tenisçi yetiştiremiyoruz sorusunun kapsamlı yanıtında da, “geleneksizlik” mutlaka önemli yere sahiptir kanaatimce. Ayrıca, böyle bir şehirde, sırf her nisan yapılacak bir turnuvayı beklemek bile yaşama sarılmak için başlı başına bir neden değil midir?
Parantezi kapatıp, “geleneksizliğe” veya “hafıza kaybı” bahsine devam edeyim. Tüm toplumlar, bu sözüm ona hafıza kaybından nasibini az veya çok alıyor ama gelişme aşamasındaki bizimki gibi toplumlar daha fazla. Marxvari bir dokunuş oldu farkındayım ama bu hafıza kaybının nedenini en iyi o irdelemiştir diye düşünmüşümdür hep.
Kendimize en sık yönelttiğimiz eleştri “balık hafızalı” olmaktır. Bu, sadece masum bir toplumsal bir zaaf mıdır acaba? Belki, bireysel ve toplumsal bir tercihtir hayatta kalmaya yönelik. Kişi, her iklimde var olmayı aklına koymuşsa, hafızası da epey yüzeysel oluyor. Bir de kendini devamlı mazur görme özelliği ekleniyor bu insan formülüne. Yabancı gelmiyor değil mi? İş arkadaşınız, komşunuz, akrabanız ama asla siz değilsiniz!
Tam bu noktada ünlü Romen yazar Eugène Ionesco’nun 65 yıl önce kaleme aldığı ama güncelliğini asla kaybetmeyen tiyatro eseri “Rhinocéros/Gergedanlar” canlanıyor zihnimde. Eser, küçük bir kasabada, birdenbire beliren gergedan benzeri yaratıkları konu eder. Anlarız ki; onlar, yozlaşma derecesine göre dönüşen insanlardır aslında.
Hikaye ilerledikçe, kasabada insan olarak, ana karakterimiz Berenger ve büyük aşkı Daisy kalırlar sadece. Sonunda, Daisy de dönüşür ama Berenger, insan olarak kalacağını haykıracaktır perde inerken. Üstadın esas fikrini bilemem tabii ama tamamen ümitsiz olmayalım diye Berenger’ı insan olarak korumuştur diye düşünmüşümdür.
Gerçekte hepimiz gergedana dönüşmüş olabiliriz ama belki yeniden insan olma umudu hala vardır.
Kalın sağlıcakla!