Modern tarihimizin en büyük yıkımlarından birini yaşarken, düşünceler duygulara karışmış dalga dalga zihnimde.
Uygarlık üzerine uygarlık yeşerten ve yok eden Mezopotamya toprağının öfkesini düşünüyorum devamlı. İsimler geliveriyor aklıma, neolitik devrimi tanımlayan arkeolog/tarihçi Vere Gordon Childe geliyor mesela; Tarım yaptık var olduk, medeniyet yarattık, şehir devletlerinden bugünlere geldik de; özümüzü, kendimizi unuttuk mu?
Tarım arazilerinin üzerine, toprağının en temel özelliğini yok sayarak, süslü püslü, çok katlı, rezidanslar (!) yaptık da; tarih hep tekerrür ederken, bu defa doğa cezamızı kesmez diye mi düşündük? Bilim bir tarafa, atalarımız, tepede yaşayıp, ovada tarım yaparken; orada bir bilgi ve tecrübe yok muydu?
Kuvvetli bir öfke ve isyanla, şu çıkarım yankılanıyor zihnimde: Atalarımızın bilgi ve tecrübesini, bilimin en ileri noktasına ulaşma ülküsü ile birleştiremeyen bir toplum olmamalıyız, olamayız! Bu düşüncelerle ekranlara bakarken, ürkekçe bir haber arıyorum devamlı, Hatay Arkeoloji Müzesi de yok olup gitti mi? Günler sonra anlıyorum ki sağlam. Duygulanarak, buradan başlar belki her şey yeniden diyorum.
İnsanın, felaket ve acıyla sınanması denilince, psikiyatr Viktor Emil Frankl da, Gordon Childe gibi aklımda hep şu an; o her türlü kötülük ve suçla inşa edilen binaları yapan da insan; haberi alır almaz, yol ve engel tanımadan bölgeye ulaşıp, yemek, su götüren sıcak yürekli sivil toplumcu da. Pandemi, sosyal hayatı sekteye uğrattı. İnsanın insanla yüz yüze iletişimi zarar gördü diye düşünüp dururken. Sivil toplumun, bu zorlu koşullarda başardıkları ve “sürdürülebilirlik lazım, sakın yavaşlamayalım!” feryadı, başka türlü bir umut yeşertiyor içimde.
Umuda tutunarak, esenliğe ulaşmak dileğiyle,