Osmanlı Devleti’nde adalet, devletin merkezinde yer alan en önemli kavramlardan biriydi. Osmanlı yönetim anlayışında adaletin sağlanması, devletin varlığını ve meşruiyetini koruması için temel bir ilke olarak kabul edilirdi. Adalet kavramı, devletin hem içte hem dışta huzuru ve düzeni sağlama görevini ifade ediyordu. Adaletin sağlanması, Osmanlı sosyal yapısının ana unsurlarından biri olan halk ve yönetici sınıf arasındaki dengeyi koruma amacına da hizmet ediyordu. Halkın haklarını korumak, padişahın ve devletin görevi olarak görülürdü. Bu bağlamda Osmanlı’da adalet, sadece bireysel hukuki meselelerin çözümü değil, aynı zamanda toplumun bütünlüğünü ve devletin sürdürülebilirliğini sağlamak için merkezi bir konumdaydı.
Bugünlerde yaşadığımız adalet sorunları, tarihimizdeki derin adalet anlayışına dönmenin gerekliliğini hatırlatıyor. Hepimizin malumu olan adaletsizliğin had safhaya çıktığı günümüzde, toplumun haykırışı kulak zarlarını patlatırken, bunu duymamak ve görmemek, tekrar adaletsizliğe maruz kalışımızın çaresizliğini yaşatmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Adalet Kulesi, Topkapı Sarayı’nda yer alan bir yapıdır ve sembolik bir anlam taşır. Adalet Kulesi, Osmanlı sultanlarının adalet ve yönetimdeki yetkilerini simgeler. Padişahın Adalet Kulesi’nden sarayın dışını gözetlemesi, halkın ve devletin üzerindeki otoritesini temsil ederdi. Bu kule, aynı zamanda devletin adil yönetim anlayışını ve halk üzerindeki koruyucu rolünü de ifade eder.
Topkapı Sarayı’ndaki Adalet Kulesi’nin yüksekliği, padişahın devlet işlerini gözlemleyip denetlediği sembolik bir noktayı temsil ederdi. Ayrıca, kule, saray mimarisinin bir parçası olarak, padişahın her şeyden haberdar olduğu ve devleti adaletle yönettiği fikrini pekiştirirdi. Özetle, Adalet Kulesi, Osmanlı’da adaletin simgesi olarak kabul edilen ve padişahın mutlak otoritesini ve sorumluluğunu sembolize eden önemli bir yapıdır. Bu yapının içindeki kuruma da Divan-ı Hümayun denirdi. Divan-ı Hümayun, Osmanlı İmparatorluğu’nun en yüksek mahkemesi olarak da işlev görürdü.
Osmanlı hukuk sisteminin geliştirilmesi ve uygulanması konusunda da Divan-ı Hümayun önemli bir rol oynardı. Öyle ki kadıların, sadrazamların, şehzadelerin ve vezirlerin yargılandığı bir kuruldu. Kurul burada toplanır, konuları hassasiyetle tartışır, muhatapları bilgi ve fikirlerini paylaşır, kararlar hızla alınırdı. Bu kurul, deyim yerindeyse kılı kırk yarar, ilahi adaletin tecelli edeceği korkusuyla kararlar verirdi. Osmanlı, bir devletin en temel ilkesinin adalet olması gerektiğinin ve adaletin halkına erdem ve mutluluk getirdiğinin bilincindeydi. Ayrıca bu görevi yerine getirerek kendi yükünü de hafifleteceğinin farkındaydı. Fakat, kurulu oluşturanlar da nihayetinde insandı.
Tarihler ilerledikçe, şeytan mı insanlardan, yoksa insanlar mı şeytandan etkilenmiş karar vermekte zorlanıyorum; adalet mekanizması zayıflamaya başladı. Hani Mevlâna der ya, “Çarık ayağındır, külah başın.” Tam tersini yaparsanız olmaz, uymaz, adaletli olmaz. Yükünüz artar, konforlu bir yönetim yapamaz, geleceğe de umutla bakamazsınız. Adalet ile yönetemeyen de zulmetmiş olur. Adaletsizliğe dayalı sistemler, toplumsal huzursuzluklara ve çatışmalara neden olur ve nihayetinde çöküşe sürüklenir. Bir devletin uzun vadeli varlığı ve gücü, halkına karşı adil bir yönetim uygulamasıyla sağlanır. Adaletsizlik, sosyal yapının zayıflamasına, ekonomik dengesizliklere ve halkın devlete olan güvenini yitirmesine yol açar. Sonuç olarak adaletsiz bir düzen hem içten hem de dıştan gelen baskılarla ayakta kalmakta zorlanır ve tarihin tozlu sayfalarına karışır.
Bilal GECÜ