Feminist yazar Virginia Woolf, 28 Mart 1942 yılında yaşamına son verdi. Ardında iki mektup bıraktı.
Mektuplarından biri eşineydi:
Leonard Woolf’a, 18 Mart 1941
“Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. Yaşadığım o korkunç anlara geri dönemem artık. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile beceremiyorum. Söylemek istediğim şey şu ki, yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum.”
İşte ölüm yıldönümünde Woolf’un muhakkak okunması gereken 10 kitabı…
1- DIŞA YOLCULUK (1915)
Annesini küçük yaşta kaybeden, halalarının gözetiminde büyüyen Rachel Vinrace, amcası Richard ve ona “nasıl yaşayacağını” öğreten yengesi Helen’ın eşliğinde, babasına ait Euphrosyne gemisiyle Güney Amerika yolculuğuna çıktığında yirmi dört yaşındadır. Kapalı bir çevrede yetişen, son derece duyarlı ve sorgulayıcı bir kişiliğe sahip Rachel, gemide genç yazar Terence Hewett’le tanışır ve duygusal bir ilişki yaşar.
Dışa Yolculuk, Virgina Woolf’un 1908’de tasarlamaya başladığı ve 1913’te tamamladığı, ama ağır bir ruhsal çöküntü geçirdiği için 1915’te yayımlatabildiği ilk romanı. Roman tekniği açısından yazarın diğer yapıtları kadar deneysel olmayan, geleneksel anlatıya yakın bir üslupla yazılan bu kitap, kahramanların iç dünyalarının derinliklerine ulaşması, şiirsel dili ve bütün metne yayılan hüzünlü/mizahi atmosferiyle roman sanatının yapısını değiştiren dahi bir yazarı müjdeler.
2- GECE VE GÜNDÜZ (1919)
Gece ve Gündüz Virginia Woolf’un ikinci romanı. Woolf’un “bilinç akışı” tekniğini kullandığı daha sonraki modern deneysel romanlarından farklı olarak klasik gerçekçi üslûpla kaleme aldığı bu eser, olay örgüsü, gerçek mekân tasvirleri ve titizlikle betimlenmiş karakterleri, dönemin atmosferini yansıtan özellikleriyle dikkat çekiyor.
1920’de yayımlanan roman, daha sonraki eserlerinin habercisi olarak, nesnel gerçekliğin ve tarihselliğin insan bilincindeki yansımalarını birbirinden oldukça farklı karakterlerde ustalıkla canlandırıyor.
Roman, Birinci Dünya Savaşı öncesi Londra’sında geçiyor. Woolf, dönemin entelijansiyasını, fikir ve ruh dünyasını mizahî ancak sıcak, insanî bir dille anlatıyor. Kadın hakları, sınıfsal farklılık, aşk, evlilik ve özgürlük gibi meseleleri, karakterlerinin yaşamları, mücadeleleri, umutları, acıları ekseninde tartışıyor. Gece ve Gündüz, Katharine, Mary ve Ralph’in hakikat arayışlarında tanık olduğumuz modern insanın yazgısı, bir başkasını anlama çabası üzerine duygulu ve derin bir metin.
3- JACOB’UN ODASI (1922)
Virginia Woolf’un gerçek anlamda ilk deneysel romanı Jacob’un Odası.
Roman, Kral Edward dönemi İngiliz toplumunu Birinci Dünya Savaşı’na bağlayan toplumsal değerlerinhem temsilcisi hem de kurbanı olan bir genç erkeğin portresi. Jacob’un yaşımının seyrini izlerken çocukluğundan, Cambridge yıllarından, Londra’nın bohem çevrelerinden, Paris’ten, Yunanistan’a yaptığı bir geziden sonra varırız, ama bu bildiğimiz anlamda bir Bildungsroman değildir. Woolf, karakter ve çevre yaratma konusundaki geleneksel yöntemleri kırılmalara uğratır, bozar. Jacob`un Odası, yazarın bir yapı, mimari bir uzam olarak tasarladığı bir romandır. Romanın adı sadece Jacob’un ‘oda’sına değil, onun Birinci Dünya Savaşı’ndaki ölümünün ardından odasında, dolayısıyla çevresinde bıraktığı ani, iç burkucu boşluğa da işaret eder. Jacob’un Odası bir yönüyle Virginia Woolf’un erken yaşta ölen sevgili erkek kardeşi Thoby Stephen’in, genel olarak da hayatlarının baharında savaşlarda kurban edilen bütün genç erkeklerin anısına adanmış bir romandır. Henüz oluşum halindeki bir hayatın ‘sisler içinde’ resmedilişi…
4- MRS DALLOWAY (1925)
“Yaşamı ve ölümü vermek istiyorum, sağlığı ve çılgınlığı; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, işler halinde, en yoğun biçiminde.”
Virginia Woolf belki de en tanınmış romanı olan Mrs. Dalloway için bir yazısında bunları söylüyor. Dediklerini yapıyor da; her şeyden önce tek bir günün yoğun örgüsü içinde hem akreple yelkovanın peşinde koşan hem de o günün saatleri içinde kahramanlarının zihninde uzayıp giden iç zamanlar bulan bir roman bu. Mrs. Dalloway, edebiyat tarihinde daha sonraları “bilinç akışı” adıyla anılacak bir tekniğin en başarılı örneğidir. Kitaba adını veren Clarissa Dalloway, akşam vereceği davetin hazırlıkları peşinde Londra sokaklarında dolaşırken, kitabın öteki, “gizli” kahramanı Septimus Warren Smith aynı sokaklarda başka, daha karanlık bir hedefe doğru yol alır. Kitabın birbiriyle hiç yüzyüze gelmeyen bu iki kahramanı delilikle sığlık, sığlıkla derinlik, yaşamla ölüm kadar temel karşıtlıklar içinde “günden geceye” yolculuklarını tamamlar ve Virginia Woolf’da birleşirler.
5- DENİZ FENERİ (1927)
Yirminci yüzyılda roman geleneğini köklü biçimde değiştiren yazarlar arasında önemli bir yeri olan Virginia Woolf’un Deniz Feneri adlı kitabı, en çok okunan ve en sevilen romanları arasında yer alıyor. Bu romanıyla Woolf kendini zamanının öteki yazarlarından ayıran biçem ve yöntemi geliştirmiş, kendi roman tekniğine uygun en iyi yapıtını vermiştir. Bilindiği gibi James Joyce ve Virginia Woolf, bireyin günlük yaşamını ‘bilinç akışı’ ile birlikte ve olduğu gibi, tüm karmaşıklığıyla yapıtlarına yansıtmayı amaç edinen, biçime özen gösteren yazarların başında gelirler. Ramsay ailesinin İskoçya’daki yazlıklarında geçirdikleri birkaç günü anlatan Deniz Feneri, yazarın kendi hayatından izler taşıyor. Bu arada, yazarın, güçlü İngiliz kadın hareketinden etkilendiğini ve zamanın önde gelen feminist yazarlarından olduğunu da gözardı etmemek gerekir.
6- ORLANDO (1928)
Orlando, Virginia Woolf’un en tuhaf, en ilginç, mizah dozu en yüksek kitaplarından biridir. Yazar, en büyük eserleri sayılan Deniz Feneri ve Dalgalar arasına sıkıştırdığı ve bir yaz tatilinde bir çırpıda yazdığı bu romanla sıradışı bir kahramanın olağanüstü öyküsünü, İngiltere tarihinin son dört yüzyıl boyunca geçirdiği dönüşümleri ve bunların İngiliz yazınındaki yansımalarını ince değinmelerle, keskin bir mizahla, çarpıcı simgelerle aktarır. Kitabın çevirmeni Seniha Akar’a göre Woolf, Orlando’da sanatçının, dehanın, yaratıcılık sürecinin niteliklerini, bireyin karmaşıklığını, gerçek yaşam ve yazın ikilemini, gerçeğin, aşkın, yaşamın kendisinin niteliklerini, tarih duygusunu, kadının konumunu, erdişilik üzerindeki düşüncelerini, zaman zaman kendisini de tiye alarak yansıtmaktadır. Kısaca özetleyecek olursak; hayata erkek olarak başlayan Orlando, saray çevreleriyle yakın ilişkiler içindedir, hatta bir ara Kraliçe I. Elizabeth’in gözdesi konumuna yükselir. Olgunluk çağında Kral II. Charles’ın elçisi sıfatıyla İstanbul’a gelir, burada bir değişim geçirir ve kadın olur. Özgürlüğü seçerek Bursa dolaylarında çingenelerle birlikte yaşar, yeni kimliğiyle İngiltere’ye döner, dönemin yazar, şair ve nüktedanları bu alımlı kadının çekiciliğine kapılırlar. Ama o, bu entelektüellerin arasında sıkıntıdan patlayacak hale gelir; ondokuzuncu yüzyılın kadınlara biçtiği rolü beğenmediği için hırçın ve aykırı bir kişilik edinir. Dörtyüz yıla yakın yaşamını, kitabın yazıldığı tarih olan 1928’de tamamladığında çağdaş, boyun eğmez, dimdik duran bir kadındır.
7- DALGALAR (1931)
“Virginia Woolf, 1931’de yayımladığı Dalgalar’ı yazarken, bu kitapla o güne değin hiçbir başka romancının göze alamayacağı değişik şeyleri yapmak istediğini, bu romanın o güne değin yazılan hiçbir başka romana benzemeyeceğini biliyordu. (…) Çünkü Dalgalar, ‘hem düzyazıyla kaleme alınacak, hem de şiir olacaktı; hem roman olacaktı, hem de tiyatro oyunu.’”
Mîna Urgan, Virginia Woolf
Virginia Woolf, Dalgalar’da dış dünyayı yok eder. Üç erkek ve üç kadının çocukluklarından yaşlılık dönemlerine kadar tüm hayatlarının anlatıldığı kitapta dış dünya nesnel olarak değil, ancak kişilerin iç dünyalarına yansıdığı kadarıyla verilir. “Bir olay örgüsüne uyarak değil, bir ritme uyarak” yazılan kitap, “şiir olmayan herhangi bir şey edebiyata neden girsin ki” diyen Woolf tarafından iki yıl içinde üç kez yazılır ve dalgaların sesine uydurularak, şiir gibi yüksek sesle okunarak düzeltilir… Gerçekçi roman geleneğinden tam bir kopuşu temsil eden Dalgalar, bilinç akışı tekniğiyle yazılan romanların en önemlilerinden biridir.
8- KENDİNE AİT BİR ODA (1929)
Kadın hareketinin elden düşürmediği önemli kitaplardan biri olan Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf’un belki de en kolay okunan kitabıdır. Kolay okunur, çünkü konu çok somuttur: “Kadın ve edebiyat.”
Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları ‘ezeli’ ve de ‘ezici’ bir soru vardır: “Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?” İşte Virginia Woolf bu ‘yakıcı’ soruya, tarihsel ilişkilerin kökenine inip kütüphane raflarında şöyle bir gezindikten ve de kısa bir kadın edebiyatı tarihçesi çıkardıktan sonra esaslı bir yanıt getiriyor. Ve şöyle sesleniyor kadınlara: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..”
The New York Times
9- LONDRA MANZARALARI (1931)
Bu eserde, 20. yüzyılın en önemli kadın yazarı olan Virginia Woolf’ün anlatımıyla Londra’yı, tek bir açıdan, hiçbir vakit bu kadar geniş bir perspektif ve ayrıntısıyla göremediğinizi farkedeceksiniz. Oxford Caddesi’nden şehrin limanlarına, en önemli mimari yapılardan şehrin efsaneleşmiş isimlerinin muhitlerine kadar meselelerin derinlemesine fakat sürükleyici bir hikâye tadında işlendiği eser; küçük bir seyahatname niteliğinde. Bunların yanı sıra, bizleri, Virginia Woolf’ün zihin dünyasına kolaylıkla ulaştıran ve Woolf’ün hayatı boyunca anlatmak istediklerinin rahatlıkla fark edildiği yazılarından yapılma önemli bir seçki de bu eserde. Mevsimlerden kış… Londra… Kensington Parkı’na yakın, 22 numaralı büyük bir evin bulunduğu sokakta, sabahın erken vakitlerinden beri deliler gibi bir yukarı bir aşağı dolaşıp duran rüzgâr; o sırada 22 numaraya doğru heyecanla, elindeki samandan bir parşömenin içine sarılı ve soğuktan titrediği aşikâr çiçekleri sağ eliyle sımsıkı kavramış, sol eli redingotunun cebinde, gözlerini kaldırımdan kaldırmadan yürüyen orta yaşlı bir adamın yüzündeki sakalları, tıpkı bir bıçak gibi sıyırıp sokağın belirsiz, sivri çatılarla çevrelenmiş tavanından göğün karartısına karıştı.