Zafer Doruk
Salih Bolat’ın son beş yılda dergilerde ve gazetelerde yayınladığı yazılardan oluşan kitabı ‘Gittikçe Yakın’ adıyla, Varlık Yayınevi tarafından yayımlandı. Geçtiğimiz ay yayımlanan kitap, şair Salih Bolat’ın üçüncü düzyazı kitabı oluyor. Bolat’ın daha önce de eleştirel denemelerini içeren kitapları, ‘Duygusal Düşünceler’ ve ‘İletişim ve Edebiyat’ adlarıyla yayımlanmıştı.
Salih Bolat’la yine eleştirel denemelerini içeren kitabı ‘Gittikçe Yakın’ üzerine konuştuk.
Bir şair olarak, düzyazılardan oluşan bir kitap yayınlama düşüncesi nasıl oluştu?
‘Gittikçe Yakın’, son birkaç yılda dergilerde, gazetelerde yazdığım yazılardan oluşuyor. Kitabın kalıcılık değeri onlardan daha yüksek. Bu yazıları ‘Gittikçe Yakın’da sistematik biçimde bir araya getirince sanırım daha anlamlı bir eser ortaya çıktı.
‘Gittikçe Yakın’ iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm şairler üzerine yazılmış olan yazıların yer aldığı “Yakın Okumalar”, ikinci bölüm ise çeşitli konular üzerine “Yakın Düşünceler” başlıklı denemeler. Niçin böyle bir sınıflandırma yaptınız?
Bir şairin, şiir yazmanın yanı sıra düzyazı da yazması, en azından kendi kültürlenme sürecini okurla paylaşması açısından önemlidir. Kültürel, estetik, genel olarak sosyo-politik ve yer yer felsefi yazılar yazması, bir şairin şiirsel arka planında nelere yaslandığı konusunda bilgi verir. Yazdığı şiirlerin kaynaklarını, ne gibi arayışları sürdürdüğü ve ne gibi poetik sonuçlara ulaştığı konularında da ipuçları verir. Şairin kendi somut gerçekliği hakkında ve geçmişi şimdiye bağlayan, geleceği ören düşünsel bağlantıların neler olduğu konusundaki görüşlerini de onun düzyazılarından öğreniriz. Elbette bu çaba, bir şairin içinde yaşadığı topluma kültürel bir katkı olarak görülmeli.
Okur bu kitabı okuduktan sonra, ne gibi bir deneyim kazanacak? Yani okurdan neyi elde etmesini bekliyorsunuz?
Eleştirel beğenisi olan bir okurdan beklentim var elbette. Örneğin kitapta yer alan yazılarda aşk, trenler ve garlar, ağaçlar, çocuk edebiyatı, ağlamak, yemek , kitaplar ve kitabevleri, intihar, direniş, dağlar, umut-umutsuzluk gibi evrensel insanlık durumları, mekanlar, yaratıcı yazarlık kursları gibi eğitsel, gündelik yaşam ve doğal kesitler konusunda bir şairin tanıklıklarını, gözlemlerini ve deneyimlerini içselleştirerek okumalarını bekliyorum doğrusu. Ayrıca Behçet Necatigil, Melih Cevdet Anday, İlhan Berk, Attila İlhan, Edip Cansever, Gülten Akın, Arif Damar, Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, Metin Altıok, Behçet Aysan, küçük İskender, Oruç Aruoba, Hüseyin Ferhad, Adnan Azar gibi şiirimizin belirgin şairleriyle ilgili düşünceler de yer alıyor.
Şiirlerinizin çoğunda “tren” imgesine sık rastlıyoruz. Bu kitabınızda da konusu “tren” olan yazılar yer alıyor. “Tren”in sizdeki karşılığı nedir?
Babam Devlet Demir Yolları’nda çalışıyordu. Bu nedenle çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım trenlerde geçti. Yolculuklarımızı hep trenle yapardık. Üniversitede okurken de Adana-Ankara arasını çoğu kez trenle gidip geldim. İlk yıllarda, yani 1960’larda kara trenler vardı. Evimiz istasyona yakın olduğundan, sürekli tren düdükleri duyardık. Kara tren düdükleri kişilikli ve anlamlıydı. Örneğin istasyondan hareket eden bir yolcu treni uzun uzun ve keyifli düdük çalardı. Oysa asker taşıyan bir tren, gardan hareket ettiğinde daha uzun ve acıklı düdük çalardı. Eğer yaz mevsimiyse, evimizin avlusunda kurulmuş sofrada akşam yemeği yiyor olurduk ve bu acıklı düdük sesine kulak kesilen babam, yemeğinden bir kaşık alırken, “gene asker sevkiyatı var…” derdi, kaygıyla bir haber verir gibi. Oysa yük taşıyan kara trenlerin düdük sesleri kısa kısa ve telaşsız çalardı. Evimiz tren kokardı. Daha sonra dizel motorlu lokomotifler çıktı. Toros Ekspresi’ni götüren bu lokomotiflerin karlı dağlardaki zorlu tırmanışlarını hiç unutamam. İşte o zamanlar, trenler “bir gurbetten bir gurbete” giderdi.
‘İNSAN, ANLAM YARATMADA YETERLİ DEĞİLDİR’
“Ağaçlar”, “Dağlar” başlıklı yazıların da gösterdiği gibi, doğa yine peşinizi bırakmıyor. Şiirlerinizde olduğu gibi…
Haklısınız. İnsanın imgelemini biçimlendiren, duyarlılığını besleyen ne ise yazdıklarına da yansıyor. Örneğin çocukluğumda sabahları güneyden kuzeye, akşamları da kuzeyden güneye karanlık kuş sürüleri geçerdi. Onlara bakardım. Özellikle kışın hemen sonunda, uzun yağmurlardan sonra, gri-siyah, uzun kuyruklu yağmur kuşları gelirdi su birikintilerine. Onları çok yakından izlerdim. Ürkek, meraklı, aceleci böcek avlarlardı. Göğsü kızıl renkli kuşları da unutamam. Hele sarıasma kuşları… Bütün bunlar bana sevinçli bir hüzün verirdi. Kendimi bir zamansızlık içinde hissederdim. Mitolojik bir atmosfer içinde… Geleceğin şairlerini bırakın, bugünün birçok şairi bile artık bu duyguları yaşamıyor. Doğa ve nesneler anlam yaratmada büyük olanaklardır. Yalnızca insan, anlam yaratmada yeterli değildir. Benim şiirlerimdeki doğayı, pastoral bir atmosfer olarak yorumlamak yanlış olur. Doğa, insan gerçekliğine derinlik kazandıran anlamsal bir çevredir.
Şiir duygu aktarma işi midir? Ya da şöyle söyleyeyim: Duygu şiirin neresindedir? Şiirin insanla, toplumla, kitleyle ilişkisi duygusal bir ilişki midir?
Şiir temel olarak bir dil etkinliğidir. Dilin, bir mimari uyum bağlamında, estetize edilmiş bir matematik bağlamında biçimlendirilmesi işidir. Bunu, usu dışlayarak yapamazsınız. Şiir, bilinçli rastlantısallıktır. Gerçekliğin sınırlarını bozar. Aydınlıkta duran gerçekliği karanlığa çeker ve onu, şimşek aydınlığında görülebilen bir özellik kazandırarak yeniden kurar. Şiir duygudan çok, duyarlılık işidir. Duygunun onarılmış, eğitilmiş, geliştirilmiş, bilinçle yönetilmiş düzeyi olan duyarlılıkla. Duygu içgüdüseldir, duyarlılık duygunun bilinçle yükseltilmiş biçimidir. Şiir hazır duyarlılığı, yani okurun beklentisini onaylamaz. Kışkırtır. Sanat yapma süreci, sanatçının kendini en mutlu hissettiği zamanlardır. Şiir, gerçekliği karanlığa çeker, gerçekliğin sınırlarını bozar ve yeni bir gerçeklik kurar, demiştim. Bunun nedeni, bizden önce ve bizim dışımızda belirlenmiş olan verili gerçekliği yeniden ve kendimize özgü bir biçimde yaratmaktır. Böylece şiir onu yazana ve okuyana özgürlük duygusu, itiraz duygusu verir. Şair bu duyguyu şiir yazarken, okur da şiiri okuyup yeniden üretirken yaşar. Zaten sanatların ortak varlık nedeni, insanı kuşatan verili gerçekliği yıkarak, onu özgürleştirmek değil midir? İşte, şiirin bunu en dolaysız yoldan, yani dil ile yapması, diğer sanatlar gibi kütle, hareket, ses ya da plastik malzeme aracılığıyla yapmıyor olması, genellikle şiirin basite indirgenme yanılsamasına yol açmaktadır. Oysa sanat her şeyden önce gerçekliği kavrama ve estetize etme biçimidir.
”1980 KUŞAĞI’NI OLUŞTURAN ŞAİRLER KENDİLERİNE ÖZGÜ ÖZELLİKLERİYLE ŞİİRSEL İLERLEME KAYDETTİLER’
Türkiye bir darbeler ülkesidir diyebiliriz. Toplumsal ve tarihsel açıdan bunun etkisi her zaman hissediliyor. Peki ülkemizde yazılan şiir bu darbelerden nasıl etkileniyor? Örneğin 12 Eylül darbesinin şiir üzerinde nasıl bir etkisi oldu?
Elbette ciddi biçimde bir etkilenmeden söz edebiliriz. Hatta bugün “1980 Kuşağı Şiiri” diye bir şiirden bile bir kategori olarak söz ediliyor. Bu, ders kitaplarına da girmiş. Darbe sürecinden sonra, söylendiği gibi “1980 Kuşağı” adıyla anılacak olan bu kuşaktan çok sayıdaki şair, darbe sürecinden önceki şiirsel çıkışlarını, zaten şiir dilinin dışına taşırmadan sürdüren şairlerden oluşuyordu. Haydi biz de “kuşak” diyelim bunlara ama nedenini doğru ölçütlerle belirtelim: Bu kuşak her şeyden önce dil estetiğini önemseyen, okuyan, şiirin entelektüel bir etkinlik olduğunun farkında olan bir kuşaktı. Kendinden önceki şiir deneyimlerini (“1940 Kuşağı”, “İkinci Yeni”) anlamaya çalışan, onlardan yararlanan bir kuşak. Antropolojik ilgiler, dinsel ve tinsel duyarlılıklar, imgesel arayışlar, marjinal ilgiler bu kuşağın özellikleri oldu. Demek doğru dürüst şiir yazmak için ne gerekiyorsa, onu yapanlardan oluşuyormuş bu “kuşak”. Elbette “1980 Kuşağı” denilince, homojen bir yapılanma, bir manifesto çevresinde toplanma gibi bir hareket anlaşılmamalı. 1980 Kuşağı’nı oluşturan şairlerin hepsi de tek tek parlayan yıldızlar gibi, kendilerine özgü özellikleriyle şiirsel ilerleme kaydettiler.
“Yakın Düşünceler” bölümünde, “Yaratıcı Yazarlık” konusunu ele aldığınız bir yazınız var. Üniversitede “metin yazarlığı”, “senaryo” gibi konularda dersler veren bir öğretim üyesi olarak konuyu nasıl görüyorsunuz? Günümüzde gittikçe yaygınlaşan “yaratıcı yazarlık” kursları konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bu durum yazılı kültürün gelişmesi ve yaygınlaşması açısından sevindirici. Ne var ki, böyle bir eğitim için yetersiz kişilerin, yetersiz materyallerle, yetersiz ve yanlış programlarla yazı/yazarlık atölyeleri yürütmeye çalıştıklarını da görüyorum. Bu tür çalışmalara katılmadan yazar olunamaz mı? Elbette olunur. Ama bu tür çalışmalara katılan yazar ile katılmayan yazar arasında da fark vardır. Örneğin, çoğu kurmaca (roman, öykü, oyun vb) yazarı, bir öyküsünde ya da romanında niçin birinci tekil ya da üçüncü tekil anlatı açısını tercih ettiğini açıklayamamaktadır. Bu yazarlar öykülerinin ya da romanlarının merkezini oluşturan olayların anlatı açısına karar verirken bu olayın ne tür bir anlatı açısı gerektirdiği konusunda pek de emin değillerdir. Hakikat duygusu oluşturmak için, kaç kurmaca yazarının karakterlerini evrimleştirdiğini söyleyebiliriz? Çoğu romanda ve öyküde karakterler başlangıçta nasıllarsa, sonda da öyle kalarak, organik olmayan, şematik bir kurmaca metin örneği sunuyor.
Yazarlık atölyelerinin çoğunda ders veren kişiler yazar ya da şair olmalarının kendilerine sağlamış olduğu deneyimlerini paylaşıyorlar. Elbette bu çok iyi bir şey. Ama yazarlık atölyelerinde ders veren kişilerin, akademik bir yeterliliklerinin de olması beklenir, diye düşünüyorum.