Geçmişini, annesinin yokluğunu, babasını kendisinin yok etmesini, köklü ailesini, okulunu, çocukluğunu, üveyliğini yaşamı boyunca herkesten saklamış her ne kadar yaşadığı dönemde ortalıkta olsa da kendini de bir bakıma o ortalıktan ve kalabalıktan sakınmış, ne zaman nereden çıkacağı belli olmayan karabatak gibi yaşamış, yaşadığı hayat boyunca dönemin 50 Kuşağı’nın edebiyatına sızmış, Havva’nın oğlu olarak ölmüş, gerçek kimliğini reddetmiş, devletle hiç işi olmamış… Köksüz, kimliksiz, ısırır gibi gülen, koltuğunun altında hep sözlükle dolaşan, hep çok çalışan, kazandığını elinde tutmayan, kazandığı ile değil mala mülke, edebi şana şöhrete de sahip olmayı hayal etmeyen bir hayalet…
Edip Cansever’le ilgili bir tartışma sırasında “Sen kimsin be? Nesin sen? Yazar değilsin, çizer değilsin, ortalıkta dolaşıp duruyorsun. Ben seni tanımıyorum, sana söyleyecek bir sözüm yok” diyen Mahmut Makal’a ısırır gibi gülerek “Hiçbir şeyim!” diyen, hiçbir şey olmamayı seçen ama şimdi dönüp baktığımızda “çok şey olan” biri: Hayalet Oğuz. Aslında çok şey olan ama hepsini reddeden bir Oğuz. O, Oğuz Halûk Alplâçin. Değil evi, kendine ait bir bardağı, masası bile olmayan, sahip olmayı ve sahiplenilmeyi kabul etmeyen bir hayalet. Yaşamı boyunca geçmişini ve kendini en yakınlarından bile gizleyen birinin, bir hayaletin peşine düşen, geçmişini araştıran, kitaplarda, anılarda ve hatta sokaklarda, okul kayıtlarında iz süren ise Kaya Tanış çok zor bir işin altından kalkmış. Hayalet Oğuz’a giden o dolambaçlı yollardan geçerken zaman zaman kendiyle de hesaplaşmış, “hayaletin peşinde” giderken kendini zaman zaman bir “ihanetin peşinde” görmüş ama yine de gitmiş. İyi ki de gitmiş.
Beni, benzer bir yolculuktan geçmiş biri olarak bu söyleşide kitabın içeriğiyle meraklı okurunu baş başa bırakmayı tercih edip Kaya Tanış’ın bu yolculuk sırasında yaşadıklarını konuşmak istedim. Çünkü böylesi bir yaşamı yazmanın ve iz sürerek yıllarca bir hayaletle yaşamanın hâli de en az hayaletin kendisi kadar önemliydi. 2021 yılının en önemli kitaplarından şüphesiz ‘Burası Orası Değil – Hayalet Oğuz Kitabı’. Şimdi hikâyeyi Kaya Tanış’tan dinleme zamanı…
Açıkçası ben nereden başlayacağımı bilmiyorum, bu yüzden de size sorayım; siz nasıl başladınız Hayalet Oğuz’la yaşamaya? İlk kıvılcım ne oldu, o süreci anlatır mısınız biraz…
Yaşamak değildi ki! Aslında benim için en zor yerden başlamışsın, ilkten. Bu öyle zor bir yer ki biraz da bu nedenle belki kitabı burayla açtım. Esasında birçok kişi gibi Tezer Özlü’nün bir hikâye kahramanı olarak tanıdım Hayalet’i. Buna ilk kıvılcım diyebilir miyim emin değilim, bilinçsiz bir tanışmaydı çünkü. Geriye yaslanarak gerçekleşen keyifli bir okuma. Kıvılcımın yeri sonra, yolum İstanbul’a düşüp kitapta andığım “Hayalet Haydn”la tanıştıktan sonra, önce işaret edildi. İhtimal, o da bilmiyordu neyi işaret ettiğini, nereye bastığını. Sezer Duru-Orhan Duru’nun hazırladıkları ‘O Pera’daki Hayalet’ti işaret ettiği. Bu kitabı okuduktan sonradır kıvılcımın çakılması. Sert çakıldı! Çünkü açıkça söyleyebilirim, kıvılcım hakkını verdi, bundan sonrası ateşti. “Nasıl başladın Hayalet Oğuz’la yaşamaya?” sorusuna bu kadarını diyebilirim. Ama şunu da yinelemem gerekiyor, yaşamak değildi bu. Başlarda değildi. İçimdeki can sıkıntısını, sinir harbini, reddedişi “amma da yaşamış adam yahu!” diyerek kolayca onun üzerine atıp bastırmaya çalışma durumu. Bastıramadım! Başlarda Hayalet’e karşı kurnazlık yapmaya çalıştım aslında, ilk böyle yaşamaya başladım onunla. Sökmedi! Bu yüzden kitapta çoğu kez ifade ettiğim gibi, çarpışa çarpışa başladım onunla yaşamaya. Ara sıra kopuşlar oldu. Böylesi çarpışmalardan sonra kaçınılmazdır kopuş. Ama bir diğer kaçınılmaz olan şey de geri dönüş. Bu gelgit içinde artık biriyle yaşamak mıydı bu bilmiyorum, birinden kopmak, gerisin geri ona dönmek mi onu da bilmiyorum. Ama şunu çok iyi biliyorum; yara vardı. Esasında kanata kanata yaşadık/yaşayamadık!
Kimlerle görüştünüz, nasıl bir arşiv taraması yaptınız? Kitapta o kadar çok kaynak var ki herhalde kitabı yazdığınız süre boyunca tüm bu kitapların olduğu ayrı bir kitaplık olmalı diye düşündüm.
Hayalet’le tanışıklığı olan, öncelikli olan kişilerin anlatımları ‘O Pera’daki Hayalet’te vardı zaten, birçoğu artık aramızda olmayan kişiler. Hepsini bir kez daha saygıyla anmak isterim. Onların dışında, orada olmayan ya da yeteri kadar olmayan kişilerle görüşmeyi, oradaki boşlukları doldurmayı istedim. Ergin Ertem başta gelir, bana yol açtı. Onunla görüşmek önce Hayalet’le çevresi arasında, ardından Hayalet’le benim aramda kurulması gereken bir denge kazandırdı. Sezer Duru, Hayalet’le arkadaşlık etmenin ötesinde ona dair Orhan Duru’yla birlikte kitap hazırladığı için de çok şey biliyordu. O süreci de gördüm onunla. Utku Varlık sadece Hayalet’in “ev arkadaşı” olarak değil, aynı zamanda ona dair detaylı yazılar da yazmış bir kişi olarak, o detayların da ilerisini gösterdi bana. Yazdığı e-mailler şiddetli heyecanlar uyandırdı. Komet her ne kadar “hafızam eskisi kadar iyi değil” dese de yaşadıklarını, hissettiklerini beni yerimden hoplatacak bir heyecanla canlandırdı. Can Kolukısa’yı bir vapur iskelesinde gördüğümde yapacak bir şey yoktu, bağışlasın beni, kelimenin tam anlamıyla onu orada kıstırdım. Yarım saatlik bir yolculukta epey sıkı bir düğümü bir kerede çözdü. Duygu Sağıroğlu, her şeyin bittiğini düşündüğüm yerde beni devirdi. Kitap çıkmadan bir buçuk ay önce tanıştık. Hayalet’i anlatmadı sadece, suret verdi. Sarstı! Hep dediğim şeyi, “bu kitap kolay bitmez”i son dakika kanıtladı, beni de rahatlattı. Feyzi Tuna Hayalet’le iş bölümü yapmış, bir film setinde birlikte yönetmen asistanlığı yapmış bir isimdi. Bunu hatırlatınca beni düzeltti. “Hayır, aslında Oğuz yönetmen yardımcısıydı, ben onun yardımcısı gibiydim” diyerek ‘işi’ anlattı. Fatma Oran babadan, Bülent Oran’dan bağlıydı Hayalet’e, daima zarifti, paylaşımcıydı. Bu kişiler şimdiye kadar pek konuşmayan kişilerdi, onlara çok şey borçluyum.
Bir de diğer kişiler var. Hayalet’i tanımamış, ona yetişememiş ama Hayalet’i bilen kişiler ve çalışmam süresince benimle dirsek temasını eksik etmeyenler. Bu kişileri kitapta teşekkürle andım. Ama Turgut Çeviker ve Tuncay Birkan’ı burada da yinelemek isterim. Ağır “kazıcı” onlar. İşlerini izlemek bile insanı çalıştırır!
Arşiv taraması peki?
Arşiv taramasına önce Hayalet’in metinleri için başladım. Kütüphaneleri, özel koleksiyonları ve sahaf tezgâhlarını kullandım. Yaşamına çekildiğim zamansa Hayalet’le aynı dönem yaşamış kişilerin metinleri üzerinden yol aldım. Neredeyse her metin bir başka yeri işaret etti. Öyle öyle çoğaldı, dağıldı, sonunda toparlandı. Bu metinler sadece anı kitaplarıyla sınırlı kalmadı, yetmiyordu. Bu nedenle genişlik biraz daha arttı. İhtimaller üzerinden yürümek zorunda kaldığım, bazen tutturduğum bazen tutturamadığım kitaplara da yöneldim. Hayalet ta en baştan, kendi metinlerinin tespitini yaptığım zamanlar beni koyulttuğu için diğer okumalarda da bunu aklımdan çıkarmadım. “Şu kitapta hayatta olmaz deme, nereden çıkacağı belli olmaz bunun” düşüncesi kaynaklara yaklaşırken daima canlıydı. Evet söyleyebilirim, bunlar ayrı bir kitaplık yarattılar. Aksi hâlde Hayalet’i zapt edemezdim. Elimin altında olsun, herkes burada dursun, ne olacaksa herkesin gözü önünde olsun dedim sanırım. Çünkü sürekli döndürdü beni. Ama bütün zamanın sonunda illa bir kitaplıktan bahsedeceksem, bunu Hayalet’in kitaplarıyla karşılamak isterim. Yazdığı-çevirdiği kitaplarının sayısı 171. Üçü eksik koleksiyonu topladım. Kapakları da eklemek istiyordum çünkü. O üç kitabı da büyük ihtimal Hayalet ne zaman isterse o zaman bir yerden uzatır. Devam.
‘ZOR BİR YAŞAM HAYALET’İNKİ, BİLEREK ZOR BİR YAŞAM’
Hayalet Oğuz’un hayatı ve eserleri elbette bu kitapla birlikte daha anlaşılır, bilinir oldu, çok emek verilmiş bir çalışma, edebiyat tarihimize katkısı mühim olduğunun altını çizerek benim tüm bunlardan önce önemsediğim şeye gelmek istiyorum. Siz bu yolculukta yaşadıklarınızı nasıl özetlersiniz?
Tek kelimeyle sevgi derim buna. Sevgiyle özetleyebilirim bunu. Hayalet bana bunu öğretti çünkü. Önce terbiye etti, sonra öğretti. Sevginin nasıl bir döngüde ilerleyebildiğini, nasıl çoğalabildiğini Hayalet’le birlikteyken, onun yaşamına çekildiğimde gördüm. İçindeki sevgiyi, sevgisizlikle bastırdığını gösterdi ya da onu gördüm diyebilirim. Bilmiyorum ki, aşırı zor yer burası. İnsanın dahil olduğu her türlü ilişki yapısının katmerlisini gördüm ben Hayalet’te. Bu süreci onunla bu şekilde yaşadım. Zor bir yaşam onunki, bilerek zor bir yaşam. Aynı zamanda zor bir sevgi, zor bir iletişim hâli. Bu yolculuk bu hâllerin içine çekti beni. Sınırı aştık, iç içe girdik gitti, önünü alamadık. Kim kimle uğraştı bir yerde kaçırdım, kim kimi yakalamaya çabaladı. Elbette bunu yanıtlarken topu ona atıyorum, rahatlıyorum, çoğu zaman öyle yaptım zaten. Ama buna inanmak istediğim için değil, bunu hissettiğim, yaşadığım, buradan çıkamadığım için. Sakat bir duruma soktu beni. Sızdı. “Hayalet’in laneti” kuru bir laf değil benim için, bu yolculukta bana bu oldu, lanet bulaştı. Bu bana ne yaptı peki, daha hakiki dersem Hayalet bana ne yaptı? Bir kere şüpheci yaptı, bunu boynuma astı. Başta ona, onunla ilişkili olan her şeye, sonra her bir şeye şüpheyle yaklaşmama neden oldu. Buraya çıkardıktan sonra, ancak o zaman düze çekti beni. Oradan, o şüphecilikten sıyırıp bu kez “bize” ulaştırdı. Bunu gösterdi. Saklamayacağım, kurmakta zorlandığım tüm iletişim hallerinin nasıl kurulabileceğini daha derin yaşadım, öğrendim bu süreçte. Hatta daha fazlasını söyleyeyim, yükselteyim, hayatımda ilk kez diyebileceğim kadar harika bir ilişkiyi ve iletişimi yaşadım Hayalet’le. Bunu yaşattı. Muazzamdı.
Peki buradan kitabın giriş niyetine dediğiniz ve “Hakikatten Hayalet’e yahut Bir İhanetin Peşinde” başlığıyla yazdığınız bölüme geleyim. Burada Orhan Duru’ya bir gönderme yapıyorsunuz. O “Bir Hayalet’in Peşinde” demişti siz de kendinizi “Bir ihanetin peşinde” görüyorsunuz. Bu durumu biraz bu söyleşide açmanızı isterim.
Kendini herkesten saklamış bir insanı ortaya çıkarmaya çabalamak -hele de öldükten sonra, karşı koyamazken- ona karşı bir şey değil mi? Bunu ihanet olarak görmedim, bunu adilik olarak gördüm. Öyle de yazdım zaten, sakınmadım. Ama onu tanıdıktan sonra bu adiliğin önünü alamadım. Ama insan ancak sevdiği, tanıdığı birine ihanet eder. Ya da gerçek ihanet budur. Adilik buna yetmez. İşte oradan sonra kendimi bu ihanetin içinde buldum. Yani onu gördükten, onu sevdikten sonra ihanet artık kaçınılmazdı. İhanet Hayalet’in peşine düşünce değil, onunla yaşamaya başlayınca başladı. Onun yakınındaydım evet, ama ona karşıydım. Onun herkese, her zamana değil, en çok kendine karşı durmasına karşıydım. Bu yüzden “bir ihanetin peşinde” dedim, oldum. Her şeyini kabul etsem dahi kendisine bunu yapmasını kabul edemezdim. Buna saygı duymadım. Haddimi aştım. Ne yapsaydım, sevimli mi olsaydım? Onu öylece bırakıp efsanelerle tükenmesini mi izleseydim? Yapamazdım. Hayalet’i gördükten sonra, Hayalet’le yaşadıktan, Hayalet’i sevdikten sonra ancak ihanet paklardı her şeyi. Bizi.
‘HAYALET AŞIRI CESUR BİRİSİ’
Hayalet Oğuz olmasaydı edebiyat tarihimizde sizce ne eksik olurdu? Elbette çok şey ama bunun sizdeki yanıtlarını çok merak ediyorum.
Aslında edebiyat tarihinde çok şey eksik olur muydu bilmiyorum. Hayalet’in herhangi bir edebi kimliği hiçbir zaman kabul görmediği için bu eksikliğin de önemseneceğini sanmıyorum. Bundan sonra bunun değiştiğini görmek harika olur elbette. Ama şunları da demek gerek, edebiyat tarihinde benzeri olmayan bir yaşamı işaret ettiği için, bu işaretlerle bir kuşağın neredeyse tamamına yakınının metinlerine sızabildiği için onu oradan sökmek kolay değil. Leyla Erbil’i anmam gerek, bahsettiği, Hayalet’in örnek bir karakter modelini kapsar yapısı edebiyat tarihindeki en önemli tespittir Hayalet’e dair. Efsaneden sıyırıp, efsanenin nasıl meydana çıktığının da yanıtı var bu tespitte. ‘Burası Orası Değil’, Hayalet’in metinlerinin de ilk kez bir arada olduğu bir yapıda olduğundan, sorunun yanıtı ancak bundan sonra verilebilecek büyük ihtimalle. Okunduktan, süzüldükten, belki de kıyaslardan, dönem değerlendirmelerinden sonra. Misal şiirleri o zaman önemsenmemiş evet ama şimdiki zamana neler söyleyecek o şiirler, ona bakmak lazım. Şimdi bakmak lazım. Kuşkusuz bunu benden iyi yapacak kişiler var, burada durmak isterim. Onların konuşmasını arzularım, sorunun bu kısmında onları dinlemek isterim.
Bu çevirileri için de geçerli. Hatta daha fazla geçerli. Hikâyelerine gelince bunların neredeyse tamamı mizah dergilerinde yayımlanan hikâyeler ve o dönemin mizah algısından sıyrılamamış ürünler. Ama şu da var, o hikâyelerdeki teşbih ustalığı hikâyelerin önüne geçecek kadar güçlü. Hikâyeleri beslemenin ötesinde, sağlama çeken bir yapı var orada. Utku Varlık, Hayalet’e dair yazarken onun gündelik hayatta da bu yapıyı çok sağlam koruduğunu dile getirir. Bu ustalığa sık rastlandığını söyleyemeyiz. Olmasaydı, burası eksik kalırdı işte. Benim içinse en büyük eksiklik kuşkusuz cesaretin edebiyat tarihinden çekilmesi olurdu. Hayalet aşırı cesur birisi. Yazdığı neredeyse her şey bu cesareti de gösteriyor. Olmak istemeyişi gösteriyor. Böyle var olabilmeyi gösteriyor, bunda inat ediyor. Hırsın küçümser tavrı var onda, önce onu, hırsı, sonra ona bulaşan her şeyi -herkesi demekte sakınca görmüyorum- küçümseyerek yaşamıyor sadece, yazıyor. Bunun benzersiz olduğunu düşünüyorum. Bu sadece zekâyla da olacak iş değil, bu aşırı cesaretle, bunun verdiği güçle, güvenle olabilir. Buna kibir diyen de olabilir, olacaktır. İyi ya, yüceyi de bu sarsıyor.
Hayalet tarafından herkes gibi kandırıldığını düşündüğünüz bir an var. Atatürk Lisesi’nden mezun olduğu bilgisiyle okulun arşivine giriyorsunuz ve sonrasında bunu hakettiğinizi düşünüyorsunuz. Bunun gibi başka neler oldu bu yolculukta sizi şaşırtan, başka yerlere sürükleyen?
Bu en çok metin araştırmalarında oldu. O kadar dağınık bir yapıda ki, ihtimal verdiğim çoğu yerde yoktu. Aklımın ucundan geçmeyecek yerlerdeyse ortaya çıktığı çok oldu. Lisedeki benzer durumlar en çok devamını getirmediği çevirilerde, hikâye dizilerinde karşıma çıktı. Hayalet, inandırma konusunda çok becerikli. Bunu okurken de görüyoruz. Öyle bir yerden kaptırıyor ki yazıyı, nihayet geldik deyince ortadan sıvışıyor. Yazı bitmiyor, çeviri bitmiyor. Mesela Akbaba dergisi ayrı bir şaşkınlıktır benim için. Hayalet’in olma ihtimalinin neredeyse imkânsız olduğu bir dergi, ama koca bir dizi çevirmiş. O dergiye gitmeme neden olan bahsettiğim, bende yarattığı şüphedir meselâ. Buradan çıkması zor demiştim, görünce de tıkanmış kalmıştım. Ama lisede yaşadığım tarumarı tamir etmedi o ayrı.
‘ANNEYİ GÖRMEZSEN HİÇBİR ŞEYİ GÖRMEZSİN’
Aslında köklü, zengin bir aileden geldiğini öğreniyoruz Hayalet Oğuz’un. Geçmişin, ailenin ondaki hiç oluşunun, önemsiz oluşunun nedeni ve aslında belki de tüm bu kimliksizliğe bürünmesinin nedeni ta en başa gittiğimizde yani annesinin onu terk etmesi olduğunu söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle. Ama bunu terk etme olarak almam zor. En azından çocuğu terk etme olarak almam güç. Çünkü bilmiyoruz, orası hâlâ en büyük gizem. Belki de öyle kalması daha iyi. Yok olma, ortadan kaybolma diyebilirim annenin durumuna. Ama her şeyin başladığı, arızanın ortaya çıktığı yer olduğu çok belli. Yaşamı, ilişkileri, yazıları, çevirileri bunu gösteriyor. Sürekli gösteriyor. Zengin, kalabalık, ama “köksüz” bir adam. Herhangi bir kimseyle sarılamayacak kadar bir yerden yaşamış kopuşu, sonra da bağlanmamış zaten, bağlamamış. Belki de bağlayamamış. Ama elbette bunu açık etmemiş, asla! Bir yandan baba mirasıyla avutmuş herkesi ama anne yokluğu o mirastan daha kalıcı olmuş. Miras orası. Anne! İlişkilerindeki en büyük sakatlık da buradan ortaya çıkıyor. Var mı yok mu, birisi mi değil mi? Anne var mı, yok mu, oldu mu, olabilir mi ki? Ama şunu diyebilirim, babayı küçümsemiş, babanın konumunu da, sonradan konumlandığı hâli de küçümsemiş. “Saray doktoru” demiş. İyi laf, ama devirir insanı, ağır. Anneye bu kadar sert gelmemiş, anneye olan sertliği kendine döndürmüş. Anne ondan ayrılmış olsa da kendini anneden ayırdığını söyleyemem. Arızayı biliyor yani, ona sırt çevirmemiş, göstermek istememiş sadece. Bunun için de görmek istememiş zaten. Anneyi görmezsen hiçbir şeyi görmezsin.
Annesi Ayşe İrfan Hanım’a baktığımızda da çok net bilgilere rastlayamıyoruz sanki o da bir nevi hayalet gibi, en azından ben böyle hissettim.
Çok doğru. Hayalet kadar koyu bir gizemi var Ayşe İrfan Hanım’ın. Köklü bir aileden geldiği biliniyor. İhtimal iyi bir eğitime sahip. Sadece Hayalet’in babası Kâzım Alplâçin’den değil, Hayalet’ten de ayrılıyor. Bunu hızlı karşılamak kolay değil. Kötü bir anne mi, mecbur kalmış bir anne mi bilemeyiz. Ama şu var, yaşıyor Ayşe İrfan Hanım. Evlendiği kişiler ve Hayalet dahil diğer çocukları öldükten sonra da uzun bir zaman yaşıyor. Ve geri dönmüyor, bir iz vermiyor. Şurası önemli, Hayalet’in cenazesine uzak da olsa bir akrabası geliyor. Bu baba tarafından da olabilir elbette. Ama “ölümün” duyulma ihtimali güçlü, gazete ilanları var. Ayşe İrfan Hanım’ın bundan haberi olup olmadığını bilemeyiz. Fakat olsa da buna tepki vereceğini sanmıyorum. Hayalet gibi işte, kesik atıyor geçmişine. Kısaltayım, oğluna kesik atıyor. Bu bana çok güçlü bir tavır gibi geliyor. Zalim anneden ziyade çocuğuna bakmayı reddeden bir anne kolay kabul görmese de hakiki anne gibi geliyor bana. Anne tarafından bileniyor aslında Hayalet. Esasında anneye benziyor diyebilirim. Bu ileri gitmek sayılmamalı. O yüzden bu kadar keskin birisi olup çıkıyor zaten. Hayalet lakabını Selahattin Hilav taksa da anne çoktan yerini yapmış. Anne yerini yapmış, Hayalet ise bunu pekiştirmiş. Anneye ne kadar benzer yanları olduğunu düşünsem de bir yeri de açıkça söylemek gerek. Hayalet anneden daha sert. Anne belki sadece ilk çocuğunu görmezden geliyor, dönmüyor ama Hayalet bunu darbe olarak aldıktan sonra, darbeyi tanıdıktan sonra, her şeyi/herkesi görmezden geliyor. Anne-oğul arasındaki ilişki yapısı salt tek bir ilişkiye dönüşüyor. O da herhangi birisiyle kurulan herhangi bir ilişki. Hayalet bütün ilişkilerinde aldığı bu darbeyle var oluyor, vuruyor. Yoruyor, bozuyor, parçalıyor. Ama anne nasıl dönmüyorsa, esasında Hayalet de dönmüyor. Bütün araştırmalara rağmen anne Ayşe İrfan Hanım’ın da, baba Kâzım Alplâçin’in de herhangi bir fotoğrafını bulamadım. Bu da ilginçtir. Üvey anne, üvey baba, diğer akrabalar tamam. Ama anne-baba yok. Olsa ne olurdu? Fotoğrafları yan yana koyup “en çok kime benziyor? diye bakardık. Fena! “En çok kimi yaşamış?” diye sorulmasını dilerim. Elbette yaşamamak da var!
Toplamda kaç çeviri, kaç senaryo, kaç kitaba imza atıyor farklı da olsa?
113 çeviri, 58 telif kitabı var. Senaryoların sayısı belirsiz. Bülent Oran’ın filmografisindeki çoğu senaryoda izi, imzası var. Ayrıca dergilerde yayımladığı çeviriler 120’nin üzerinde. Bunlar tespit edebildiklerim elbette. Dediğim gibi, devam.
Hayatı boyunca yaptığı tüm işlerde farklı isimler kullanıyor; Oğuz Halûk, Halûk Oğuz, O. Alp, Alp Laçin ve bunlara benzer birçok isim daha. Ben okurken dalga mı geçmiş bu adam diye düşündüm. Açıkçası her ne kadar altını çizsem de arada isimlerini kaçırdım. Bu farklı isimler kullanma halini siz neye bağlıyorsunuz?
Başta bir tepkiye bağlıyorum. Evden ayrılır ayrılmaz hemen adının yerlerini değiştirerek alt üst ediyor. Hayatının alt üst olmasına bir itiraz, bir tepki gibi. Nihayetinde ona o isimleri verenlere bu tepki. Ardından karakter Hayalet’liğe evriliyor. O zaman da oyun başlıyor. Birden fazla nedeni olduğunu düşünüyorum. Biri geçim derdi evet, farklı isimlerle daha fazla üretim, daha fazla telif alma meselesi. Ama asıl mesele senin de dediğin gibi dalga geçme güdüsü. Etrafında isim sahibi onca insan arasında, bununla, isim sahibi olmanın alayıyla yaşıyor. Herkes kalıcı bir isim bırakmak, kalıcı işler yapmak isterken bunu önemsemiyor. Hem dalgasını geçiyor hem de hakkını veriyor. Bu takma isimlerin ne olursa olsun onun olduğu biliniyor. Bunu göstermekten sakınmıyor, göstere göstere dalga geçiyor. Zaten aşırı dalgacı bir karakter. Başkalarının hatalarını affetmiyor, hemen yüzlerine vuruyor, sanki hırsını alıyor. Kendisinde bir kusur bulunduğu zamansa saldırıyor. Büyük kavgacı! Bu huyları nedeniyle de zaten çok önemsenmiyor. “Dalgacı herifin biri işte” düşüncesi sabit fikir olarak kalıyor. Hatta burada şunu ilk kez söyleyebilirim. Ben Hayalet’i insanlara açmaya başladıktan sonra onu bilen, duyan ya da tanıyan birçok kişiden şunu duydum: “Neden Hayalet?” Bu kuru bir merak değildi, çoğu zaman anlam verilemiyordu. Yani tamam ilginç bir kişiydi ama hakkında bu kadar uzun uzadıya iş yapılacak kadar önemli miydi? Olabilir miydi? Başlarda bununla çok karşılaştım. Çünkü insanların gözündeki konumunu kendi yaratmış. Ve o konum böyle. Ancak ben ilerleme kaydettikten, bu kişilere Hayalet’i daha fazla anlatıp, “adamda bunlar varmış, bunları da yapmış” dedikten sonra bu tepkiler yerini ilgiye ve meraka bıraktı. Ama bu isim mevzusunda sadece alay değil, sert bir yer de var. Baba! İş babanın ismini kullanarak müstear almasına gelince, o garip işte. Bu müstearların Hayalet olduğunu kimse bilmiyor. Sızdırmıyor. Baba öldükten sonra selam çakıyor. Sanki seni şimdi tanıyorum der gibi, kendini de katıyor işin içine. Kendi adını babasının adıyla yan yana getirip öyle yaratıyor bu isimleri. Zaten babayı da ancak böyle öldürürsün, ona daha fazla sokularak.
‘HAYALET MÜLKİYETİ REDDEDİYOR AMA KENDİ MÜLKİYETİNE HERKESTEN ÇOK SAHİP ÇIKIYOR’
Sürekli çalışıyor, yazıyor, çeviriyor ama sizin dediğiniz gibi hiçbiriyle böbürlenmiyor, kafa işçiliği ve kol gücüyle çalışıyor. Mülkiyet kavramıyla, bir şeylere sahip olma derdi yok, sadece kendi hayatının sahibi belki de. Peki bu kadar çok çalışmasını siz neye bağlıyorsunuz? Sanki tutmak istediği tek dal bu çeviri, yazı ama onda da tam hakkını almadan ama durmadan. Sığınağı yazı mıydı diye düşündüm hep…
Çünkü başka bir iş yapamaz! Müstear isimle yazdığı kitaplarda açıklıyor: “Öyle masa başı işler bana göre değil” diyor. Ama mesele o değil. Kimsenin çalışmak isteyeceği bir kişi değil. Dağınıklığından, bimekânlığından mı, hayır, sarsıcı/bozucu olmasından. Kim kendisini, kendi otoritesini sarsan biriyle çalışmak ister? Herkes patron olmak istiyor. Bu daha cazip geliyor. Hâlâ öyle değil mi? Ama Hayalet buna uymuyor, esasında kimsenin kendi üzerinden patronluk kasmasına müsaade etmiyor. Bu yüzden yazı, hayatı hâline geliyor. Kendi deyimiyle bir başınalığı ve “hiçbir şey”i yazıda buluyor. Ama onu da önemsemiyor evet. İnadına yazıyor. İnadına durmadan üretip, üretimi değersizleştiriyor. Bu çelişkili gibi gelebilir. Ama bundan da caymıyor, inkâr etmiyor. Sığınağı elbette yazı ama sığınak eğer üzerine gidersen cepheye dönüşüyor, orada savaşıyor. Herkesle çarpışıyor. Örneğin “Gece Milleti” hikâyesi mizahidir, kolaydır, ama biraz geriden bakınca orada sadece dalga geçme yoktur, küçümseme, inceden vuruşma vardır. Kavga bitmez! Sığınağa sığmazlık eder. İnanılmaz çalışkan birisi evet. İnanılmaz reddiyeci. Mülkiyeti reddediyor ama atlamamak gerek, kendi mülkiyetine herkesten çok sahip çıkıyor. Aşkın birisi Hayalet, çalışırken de en çok bunu görüyoruz. Hesaplardan, isimlerden, patronlardan, düzenden çok ötede bir aşkınlık ondaki. Önemsemeyişin getirdiği bir rahatlık değil ama, haysiyetin bazen kibre de dönüşse her şeyin üzerine çıktığı bir aşkınlık.
Cenazesinde Havva’nın oğlu olarak uğurluyor arkadaşları. Kimsesiz sanılmasın diye Onat Kutlar Zincirlikuyu’dan bir mezar satın alıyor, eğlentili bir törenle gidiyor. Bugüne dair bilgilere ulaştığınızda ama özellikle de Havva’nın oğlu olarak uğurlanmasında ne hissettiniz?
Çok sevindim. Ancak öyle giderdi Hayalet. Öyle gitsin zaten. Ne olursa olsun bir annenin kucağına son dakika binmeye çalışması mide bulandırıcı olurdu. Bir kere onur kırıcı. Ölüm o kadar mı zor, o kadar mı korkutucu bir şey ki insanın gözünü kör edip haysiyetinden budasın?! Zayıflatsın! Hele de tüm ıstırabına, tüm cefasına, tüm itilmişliğine katlandığın bir hayatı, koca bir hayatı, onurunla tüketip, o son çırpınışın telaşından bir annenin albenisine sığınmaya çalışmak… Hiç ona göre bir şey değil. İyi ki değil. Ergin Ertem diyor ya, “Heybeli’de ölümü bir başına beklemek kolay bir iş değil!” Çok doğru. Ama artıralım, Heybeli’de ölümü anasız beklemek var bir de. Hayalet bunu kavrıyor, tertemiz; pürüzsüz, düşkünleşmeden, acındırmadan, aman demeden, anne demeden kavrıyor bunu. Yaşamı öte yakalarda karşılamış bir karakter, ölümünde de elbet her şeyi öteleyerek karşılayacaktı. İşte orada Hayalet için anne, son nefes kadar teferruat sadece. Al-ver, kafi! Heybeli’ye giderken öleceğini biliyordu. Cebine de bu yüzden sadece arkadaşı Celil Layıktez’in numarasını yazıp koyuyor. Ama haysiyetini son dakikaya kadar koruyor. Zayıflamıyor! Annesinin adını da yazabilirdi o kâğıda. Bunun hesabını yapacak kadar ciğerleri hava alıyor o zaman. Daha ölmedi. Ama nüfus kâğıdı dahi yok. Almıyor. Anne zaten yok! O yüzden “Havva” olayı harikadır evet, Hayalet’i en geniş yerden kavrar. Elbette Hayalet böyle yolcu edileceğini bilmiyordu. Dürnev Tunaseli’nin mucizesi bu. “Havva” diye haykırmak ancak Hayalet kadar “ters” bir zekânın işi. Zaten Tunaseli de Hayalet gibi, “gece insanı.” Onun meşrulaşmamış yoldaşı. O yüzden onun fotoğrafını da koydum kitabın kapanışına, hakkı vardır! Şunu rahatlıkla söyleyebilirim, Hayalet’in cebinden “cenaze işlemleri için” anneye dair bir şey çıksaydı onu affetmezdim. O yüzden Havva’yı seviyorum.
Kitapta Hayalet’in ölümüyle birlikte sizin anlatımınızın sonlandığı yerde aslında sizden bir son söz, bir veda bekledim. Vedalaşmamışsınız sanki, aradan çekilmişsiniz, sahi kitap bittiğinde vedalaştınız mı Hayalet’le?
Nasıl da ince görmüşsün. Evet, vedalaşmadım Hayalet’le. Zaten ölüme giden yolu da kısa tuttum. Bu bilinçli bir şeydi elbette, refleks değil. Hayalet’in ölümü, cenazesi, biraz önce sorduğun Havva meselesi zaten aşırı sürreal bir durum. Hayalet’e dair anlatılanların en başında geliyor bu “son.” Bunda Tezer Özlü’nün ve cenazeye katılan diğer kişilerin de payı var. Özellikle mezara konan “kelebek” nedeniyle Demirtaş Ceyhun’un da. Kelebeği soyutlaştırıyor, mucize katıyor. Töreni, Hayalet’in görüldüğü son ânı adeta imgeleştiriyorlar. Metaforlar da bollaşıyor tabii. Bundan zaman zaman benim de kaçamadığım oldu, olmuştur, ama sevmedim. Cenazeye katılanlar ölüyü gömmüyorlar, gömmek istemiyorlar, ölü orada canlanıyor. Ben gömmek, hatta devirmek, çukura itmek istedim. Ya da benim imgelemim Hayalet’in ölüsünü canlandıracak kadar geniş değil. Olmasın da isterim. Öldü işte. Kaput! Ölmesi gerekiyordu. Yaşayamazdı. Artık yeterdi! Kendi de farkında zaten, “artık keyif vermiyor” diyor. Yaşam, İstanbul artık sıkıntı oluyor. Zayıflamasından, kişiliğinin soluklaşmasındansa ölmesi daha iyi. Hayalet gibi bir karakter için daha iyi. Ben böyle gördüm, görüyorum. Bu yüzden kitabı sona götürürken Hayalet’in hatırasını değil, gerçekliğini göz önüne aldım. Hatırasına böyle sahip çıkmak istedim. Onu hızla öldürerek. Havva’nın oğlu olmaya belki bir şey demezdi, ama yüceltilmek hoşuna gitmezdi sanıyorum. O kadar zayıf bir karakter değil. Onu ancak böyle yolculayabilirdim. Hemen! Kitap bittiğinde vedalaştım mı peki? Kitap bitti mi ki?
Nasıl başlayacağımı bilemediğim gibi şimdi söyleşiyi nasıl sonlandıracağımı da bilmiyorum açıkçası. Son sözü, sorusuz size bırakayım…
Hayalet Oğuz’a dair son bir şeyler söylemek çok güç. Herhangi bir sonla kavrayamam ben Hayalet’i. Ama ona dair dileklerde bulunabilir, bir şeyleri umut edebilirim. En başta Hayalet’in görülmesini isterim. İmgeden, efsaneden, hayalden sıyırıp görsünler isterim onu. Hayaller sevindirir insanı, kolaydır, ama haksızlığı da barındırır içinde. Hakikate perde çeker. Hayalet’e haksızlık mı edildi? Bunu iddia edemem, doğru olmaz. Ama görülmedi. Mesele sadece aile, geçmiş, anne, travma, arıza… adına ne dersek diyelim meselesi değil. Hayalet çoğu zaman da görülmediği için böyle oldu. Evet, kendi isteğiydi bu, geçmişe perde çekme meselesi vs. vardı. Ama hepsinin ötesinde haysiyet meselesi vardı. Bunu her şeyden üstün tuttuğu için, onurunu daima koruduğu, ama ancak öyle koruyabildiği içindi bu istek. Neredeyse onu tanıyan herkes dile getirmiştir, ben de kitapta daima altını çizdim: “Onurlu bir insandı!” Ne olsundu?! Öyle kalsın isterim, ama bunun için, olduğu gibi görülmesini isterim. İnsanları uhrevi yerlerden sararak onların onurunu koruyamayız. Sanmıyorum. Hele de çağın bu tarafında artık bunun mümkün olduğunu sanmıyorum. Olmaması gerektiğine inanıyorum. Bu yüzden Hayalet’e de dünyanın içinden yaklaşılmasını isterim. Bu istekler şimdi kuru bir dilek gibi gelebilir, ama değil. Değil, çünkü ilerleyen zamanlarda bunların nasıl olabileceğini daha somut bir biçimde açıklayacağım. Hayalet’e dair başka “projeler” var elbette. Onunla daha işim var. Bitmedi! İşte o zaman işin ucundan tutulmasını isterim, lanet herkese bulaşsın isterim. Esasında biraz da asıl o zaman göreceğiz Hayalet’in yeryüzüne basıp basmadığını. Hâlâ düşlerde, efsanelerde mi, yoksa aramıza karışmış mı o zaman daha da netleşecek.