“Diyarbakırlıyım. Diyarbakır’da yaşıyorum. Evli ve üç çocuk annesiyim. Öğretmenim” sözleriyle başladı Eylem Ata Güleç söyleşimize. Beş yıl sonra yayımlanan yeni öykü kitabı ‘Uzak Değil’de, şiddetin, kan ve gözyaşının merkezinde olduğu, yakın zamanda yaşanılan/yaşatılan gerçekleri güçlü öykülerle anlatıyor Eylem Ata Güleç.
İlk öykü kitabınız ‘Boşlukta Büyüyen’ yayımlanalı beş yıl oldu. Yeni kitap yayımlamak için uzun bir süre değil mi? Neden bu kadar zaman beklediniz?
Bu beş yılda ülke ve dünya gündemine koşut benim hayatımda da çok şey oldu. Yine de fırsat buldukça yazmaya gayret ettim. İlk olarak ‘Sur Öyküleri’ adını verdiğim (iki yıl kadar önce) bir dosya hazırladım. Bu dosya bir süre sonra sıkışık, fazla yüklü, nefes alamayan bir toplam gibi göründü gözüme. Bunun sebebi edebiyatın omuzlarının hayatınki kadar geniş olmamasıydı. Yıkım yaşamış, travmatize edilmiş bir kent ve insanlarının yaşadıkları art arda sıralanamıyor epey seyreltip anlatmak gerekiyordu. Bu nedenle öykülerden bazılarını dosyadan çıkarmak zorunda kaldım. Yerlerine yeni öyküler yazdım. Ve tekrar şekillendirdim. Ardından yayınevi arayışı başladı. Haliyle epey zaman aldı.
‘ÖTEKİLER, BURALARDAN YÜKSELEN FERYAT FİGANI DUYMAYACAK KADAR UZAK OLAMAZ’
Kitapta yer alan öyküler “bir uzak diyarda” geçiyor daha çok. Öykülerin hemen hepsinin mekânını kapsadığı için mi kitabın ismini ‘Uzak Değil’ koydunuz, yoksa başka bir sebebi mi var?
‘Uzak Değil’ çünkü ölülerin kepçelerle toplandığı günlerin üstünden çok zaman geçmedi. ‘Uzak Değil’ çünkü kokmaması için cesedi buzdolabında saklanan çocuğun yaşadığı yer ülkenin en uç noktasına bin beş yüz kilometre mesafede. Ötedekiler, buralardan yükselen feryat figanı duymayacak kadar uzak olamaz/olmamalı.
Yine mekân olgusundan yola çıkarsak, “uzak”ta kan, gözyaşı ve şiddet var. Öykülerini anlattığınız insanlar her daim yaralı fakat umutlu… Sosyolojik bağlamda bu insanların yaşamla olan ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz? Size bu öyküleri bu şekilde yazdıran his nedir?
Öykülerini yazdığım insanlar ilk kez şiddet ve çatışma ortamıyla karşılaşan insanlar değil. Köylerinden göç etmek zorunda kaldıkları için şehre yerleşmişler. Uzun yıllardır maruz kaldıkları çatışmalı hal, evlerinin yıkılması, sokağa çıkmalarının yasaklanması, yakınlarının kaybedilmesiyle katlı/katmerli bir zorlanma yaşıyorlar. Hayatlarını kuşatan güvensiz ortamdan çıkış yolu bulamıyorlar. Yaşama tutunmak için bir art alana, düşsel bir boyuta sıçrıyorlar. Benim karakterleri sisli bir alana, gerçekle gerçeküstü arası bir yere konumlandırmam öykü kişilerinin devam etme çabalarıdır. Fiziksel olarak çıkış yapamadıkları, oksijensiz kaldıkları gerçeklikte debelenip durmasınlar diye içeri biraz hava girmesini sağlayacak renkli balkonlar, çiçekli bahçeler, oyalı yazmalarla umut pencereleri açmaya gayret ediyorum.
Bu insan öykülerini bana yazdıran his, çekilen acıların haber bültenlerinde sayılara indirgenerek değersizleştirilmesinin önüne geçmek. Onurlandırmak ve toplumsal hafızada yer etmesini sağlamak.
‘ÖYKÜLERİM, TANIKLIK ETTİKLERİM VE DENEYİMLEDİKLERİMLE BİRLİKTE ÖRÜLÜYOR’
Öykülerinizde, birinci tekil anlatıma ağırlık verdiğiniz görülüyor. Öykülerinizin içeriğini, anlattığınız duyguları düşününce, tanık olmaktan ziyade, “ben buradayım/buradaydım” diyorsunuz sanki. Üslubunuzu bu şekilde belirlemenizin sebebi ideolojik diyebilir miyiz?
Birinci tekil şahıs anlatımını, karakterimin iç dünyasına iyice yaklaşabilmek için tercih ediyorum. Öyküye giren ve girmeyen bütün unsurlarıyla karakterimi tanımak için. Öykülerim ağırlıklı olarak tanıklıklarımdan oluşsa da bizzat deneyimlediğim pek çok şeyi de içeriyor elbette. Buradaydım ve hâlâ buradayım. Olan bitenin öykülerime olduğu gibi yaşamıma da sızan, etkileyen hatta akışını sekteye uğratan, mecrasını değiştiren yönleri var. Dolayısıyla öykülerim tanıklık ettiklerim ve deneyimlediklerimle birlikte örülüyor. İçinizi bütünüyle sakındığınız bir metin ikna edici olmaz sanırım. Uzak, eğreti ve eklektik olur.
Dikkatimizi çeken bir başka olgu, öykülerinizdeki kadınların çok güçlü oluşu… Bir şekilde hayatla, iktidarı temsil eden herhangi bir özneyle baş etmeye çalışıyorlar ve altından kalkıyorlar. Kadın hareketinin son yıllarda gücünü arttırdığı, neredeyse ana muhalefetten çok daha etkin olduğu ortada. Sizce edebiyat mı sokağı besliyor, sokak mı edebiyatı besliyor? Bu hususta bir paralellik var mı? Ne düşünüyorsunuz?
Kadın karakter yazarken birinci önceliğim toplumsal cinsiyet rollerini yeniden üretmemek. Maşist kültür öğelerinin, kodlarının ve dil dizgesinin farkında olarak yazmaya gayret ederim. Gerçek hayatta olduğu gibi kurgu metinlerde de kadınların engellenmelerine, çaresiz kalmalarına, durumu kabullenmelerine tahammül edemiyorum. Mutlaka bir yerinden yırtmalı, baskı mekanizmasını devre dışı bırakmalı ve kendi iç sesine kulak vermeli. Bu bazen tercih edilmiş bir delilik hali doğurabiliyor. Akla izana sığmayan zorluklar var. İnsan delirir ve bunu onu hayatta tutar.
Edebiyat ve sokak arasındaki beslenme biçimini mutualizme benzetebiliriz. Her iki alanın yarar sağladığı bir ilişkisellik söz konusu. Günümüz edebiyatı, içinde gerçekleştiği koşulları görmek durumunda. Kategorilere ayrılmış sosyal bilimlerin edebiyata sağladığı konfor yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Edebiyat, okuma ve yazma edimleri toplumsal ve tarihsel olanla hemhal oluyor. Cortazar’dan alıntılarsak; “…edebiyat eliti olmayan hiçbir romancı ya da öykücü kürsüye, bir Fransız ya da Kuzey Amerikalı yazarın bugün hâlâ büyük ölçüde yapabildiği gibi, sunumunu tamamen edebi olanla sınırlamak için çıkmayacaktı.”
Edebiyatta tanımlamalara, türlere dair ne düşünüyorsunuz? Kendinizi “politik edebiyat” janrında üretim yapıyor olarak görüyor musunuz?
Edebi türler arasında geçirgen bir zar olduğunu var sayarsak, bu zarın geçirgenliği sağlayan porlar (delikler) epey genişlemiş görünüyor. Öykülere sızan şiirsel yanlar ve romanlara giren öykü parçacıkları var. Edebi tanımlar silikleşiyor, türler gittikçe birbirine dolanıyor gibi. Mesela son okuduğum Gosponivov’un ‘Hüznün Fiziği’ roman olarak sunulmuş ancak oldukça parçalı bir yapıya sahip ve yer yer biyografik, yer yer öykümsü. İlginç bir okuma deneyimi sunuyor. İlginç olmakla birlikte deneysel işleri çekici bulmuyorum. Bu noktada biraz klasik olacak ama romanı roman gibi öyküyü kendine özgü rafine diliyle okumayı seviyorum.
Kanımca verimlerini tanımlamak, sınıflandırmak, edebiyat içinde bir damara ya da ekole dâhil etmek yazarın elinde değildir ve gücü de yetmez bunu yapmaya. Bu konuda söz sahibi okurlar, çağdaşlarının metinleri üzerine kafa yoran yazarlar ve eleştirmenlerindir. Yazarın kendisi ben “politik edebiyat” üretiyorum dese bile bunun okurlarda ve sözünü ettiğimiz çevrelerde karşılığı olup olmadığı önemlidir. Yazar Behçet Çelik, Gazete Kadıköy’deki yazısında ‘Uzak Değil’i yıkım sonrası belirlemesiyle “ertesi gün edebiyatı” olarak tanımlamıştı. Bu konuda bana ancak kenarda bekleyip kitabın nasıl ele alınacağını, nereye oturtulacağını ya da bir yere oturup oturamayacağını izleyip görmek düşer.
Günleriniz nasıl geçiyor? Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı?
Günler, çeke çeke uzatmaya çalıştığım bir lastik gibi. Yetişmek ve yetiştirmek için üstümüzde zaman baskısı var. Her gün sonrakinin biraz daha yavaş akmasını, biraz sakin geçmesini umuyorum. Olmuyor. Pandemiyle beraber koşturmaca dar alanlara hapsoldu iyice. Okumak da yazmak da gittikçe zorlaşıyor.
Sorunuzun ikinci kısmına cevabım yukarıda konuştuğumuz yeni kitabımın neden beş yıl sonra çıktığına ilişkin söylediklerimin devamı sayılabilir. ‘Uzak Değil’i yazmaya başlamadan önce elimde kabından taşmış, denetleyemediğim ve sonunda başa çıkamadığım için ertelemeye karar verdiğim uzunca bir metin vardı. Epey uğraştım. Bağlamlı öykülerden novellaya oradan romana uzanıyor gibiydi. Bu durum üslup sorununa yol açtı. Sonunda formu oturtamadım ve dosyayı öylece bıraktım. ‘Uzak Değil’in öykülerini yazmaya koyulduğumdan beri masaüstünde duruyor. Ne zaman tekrar açıp bakabilirim bilmiyorum.