28 Temmuz 1914’te başladığında “Noel’de biter” denen Birinci Dünya Savaşı’nın üçüncü yılı 1917’de durum, Avrupa’da söz sahibi olan bazı devletler için hiç de iç açıcı değildi.
Rusya’daki devrimin rüzgârı Kıta Avrupası’nda sert eserken yenilginin kıyısındaki devletlerde çözülme ve siyasi çalkantılar başlamıştı. Almanya’da Prusya mirası, savaşın yıkıcı etkisiyle aşınmakla kalmıyor, değişim isteyenler sesini yükseltiyordu. Ufukta görünen yenilgi, daha fazla kişinin askere çağrılmasına neden oluyor ve cepheye sürülenlerin önemli bir bölümü, gerek gıda gerek teçhizat yetersizliği yüzünden kaçıyordu. Bütün bunlara, “şalgam kışı” diye adlandırılan ve 1916-1917’deki kıtlık haberlerinin cephelere ulaşması da eklenince çözülme hızlanmıştı. Sonunda 1917’de Doğu Cephesi’nde Almanya’nın silahları sustu, ordu dağılma noktasına geldi. Ülkede kurulan karaborsalar ve halkın yoklukla baş başa kalması ise gerilimi en üst seviyeye çıkardı. Orta sınıf, devlet desteğiyle yaşamını sürdürmek zorunda kalan alt sınıfı küçümserken yoksullar ise orta sınıfa ve zenginlere bileniyordu.
Almanya ordusunun hayatta kalan askerleri ülkeye döndüğünde, Ian Buruma’nın “sıfır saati” dediği süreç işlemeye başlamıştı; mağlubiyetin utancıyla eve gelen askerler, benzer bir utançtan mustarip halkla buluşuyordu. Yenilginin Almanya’da yarattığı sessizlik ve mesafe kültürünü ortadan kaldıransa, kısa sürede alevlenen toplumsal isyandı. 1917-1918, Almanya’da devrimin sık sık telaffuz edildiği dönemdi; Gilbert Badia, ‘1918 Alman Devriminde Spartakistler’ kitabında (Çeviren: Halil Hacıalioğlu, Yordam Kitap, 2021), “Savaş yenilgisi olmasaydı devrimin mümkün olamayacağını söyleyebiliriz” deyip ülkenin o günlerdeki hâlini betimliyordu: “İmparatorun memurları, subayları ve polisleri, kısaca devletin tüm kadroları neredeyse bir gecede tamamen beklenmedik bir durumla yüzleşmek, gerçeği yani o güne kadar hayal bile etmedikleri toptan bir yenilgiyi kabullenmek zorunda kaldı. İlk birkaç gün, hatta kimileri birkaç hafta afallamış, sersemlemiş, ne yapacağını bilmez hâldeydi, ellerinden hiçbir şey gelmedi; bu yeni durumda, kendilerine bir yön çizmek ve devrimci dalgaya karşı direnmek için sağlam bir dayanak noktası bulamadılar.”
Bu dönemde devrimciler, Rusya’daki Ekim Devrimi’nin bir benzerinin ülkede ete kemiğe bürünmesinden korkanlar, “sırtından hançerlendiğini” dile getirenler ve ‘Weimar Cumhuriyeti’nin Kısa Tarihi’nde (Çeviren: Sedef Özge, İletişim Yayınları, 2019) Colin Storer’ın hatırlattığı üzere “hükümetin, aşırı solun şiddetine karşı önlem alması gerektiğini” belirten sosyal demokratlar karşı karşıyaydı. Üstelik tüm bu kesimler için var oluş, Helmut Lethen’in deyişiyle “bir savaş hâlini almıştı.”
1917-1923 arasında Almanya’da halk, Storer’ın ifadesiyle “üzerine salınan siyasi şiddetle” mücadele etmek durumunda kalmıştı. Bu süreçte filizlenen devrim bir kilometre taşıydı. Sokağa çıkanlar gıda fiyatlarının düşürülmesini, ülkenin savaştan çekilmesini, özgürlüklerin genişletilmesini ve siyasi reform yapılmasını talep ediyordu.
Pierre Broué, ‘Almanya’da Devrim: 1917-1923’ başlıklı kitabında grevlerle, işgallerle ve zaman zaman alevlenen çatışmalarla, siyasi çelişkilerle ve kavgalarla şekillenen bu süreci, belgelere ve hatıralara dayanarak ayrıntılarıyla anlatıyor.
ENTERNASYONALİST BİR PARTİ İNŞASINA DOĞRU
Broué, benzerlerinden ayrı bir yerde konumlanan Almanya’daki devrim sürecinin, fikrî mücadeleye dayandığını belirtiyor: “1918’den 1923’e kadar, devrimcilerin Almanyası’nda mücadele, her gün sokak savaşı, barikat saldırısı şeklinde gerçekleşmez, yalnızca makineli tüfekle, havan topuyla, alev makinesiyle yürümez. Aynı zamanda ve bilhassa fabrikalarda, madenlerde, halk evlerinde, sendikalarda ve partilerde, mitinglerde ve komite toplantılarında, politik-ekonomik grevlerde, sokak gösterilerinde, fikir savaşlarında, kuramsal tartışmalarda da kendini gösterir. Bir sınıf kavgası, öncelikle de işçi sınıfının bağrında bir kavgadır; hedefi ise Almanya’da ve dünyada dönüşüme kararlı devrimci bir partinin inşasıdır.”
Broué, Almanya’da 1917-1918’de başlayan dönüşümün fikrî ve siyasi temellerini açıklarken Sanayi Devrimi’ne, yarım kalan burjuva devrimine, parlamenter ve demokratik olamayan ya da bu konuda eksiklikleri bulunan ve sanayi kodamanlarının sözünün geçtiği Prusya mirasına, aynı dönemin kibirli ve otoriter askeri önderlerine, toprak aristokrasisine, milliyetçiler ile sosyalistler arasındaki gerilime işaret ederek Birinci Dünya Savaşı öncesinde sosyal demokratlar ile sosyalistler arasındaki derin ayrışmanın, 1917-1918’e giden yolun taşlarını döşediğine dikkat çekiyor.
Broué’ye göre bu dönemde, yönetenler ile yönetilenler arasındaki uçurum kendini gösteriyor; bunu ifade edenlerin başında gelen Rosa Luxemburg, “kitle grevi”ni savunarak devrime önemli bir katkı sağlarken milliyetçiliğin her türlüsüne karşı çıkarak yeni bir kapı açıyor.
Savaşın sürdüğü 1916-1917’de başlayan grevler ve aynı günlerdeki gıda krizi, devrim sürecini hızlandırarak enternasyonalist bir parti ihtiyacının daha gür bir sesle dillendirilmesini sağlarken Kiel limanındaki Alman Savaş Donanması askerlerinin isyanı, devrimin işaret fişeğine dönüşüyor. Kiel’deki başkaldırının, Reich’a yayılan bir devrime dönüşme nedeninin başında, güvenlik güçlerinin göstericilere sert müdahalesi sırasında ölenlerin bulunması, ülkeyi ve insanları tüketen savaş geliyor. Bu dönemde isyan edenler yalnızca askerler ve savaş karşıtları değil; neredeyse tüm işçi ve emekçiler başkaldırının bir ucundan tutuyor, ardından merkezinde konumlanıyor.
1918’de ise beklenen devrim gerçekleşiyor; Broué, o günlerdeki havayı şöyle anlatmış: “Kasım’ın ilk günlerinde Reich’ta patlayan devrim, Rosa Luxemburg’un beklentisini ve görüşlerini onaylar gibi görünür. İşçi kitleleri, yöneticilerine rağmen ve genellikle onlara karşı, yüzünü devrimci eyleme çevirir; bunu yaparken de her türlü birleştirici slogan ve sonucunda her türlü yönelimden yoksun, olayların gerisinde kalmış devrimci örgütlerden neredeyse bağımsız hareket eder. Bu aynı zamanda, Spartakistlerin gizli propaganda yoluyla aylardır yapılan çağrılara uygun olarak devrimin devlet iktidarının yeni bir örgütlenme biçimine, Sovyet tipte işçi ve asker konseylerinin ‘işçi’ devletine yöneldiğini gösterir: ‘Konseyler’ talimatı, binlerce insan tarafından kullanılan maddi bir güce dönüşür.”
Kasım 1918’de, çoğunlukçu sosyal demokratlar ve bürokratların korkularının gerçeğe dönüşmesi, devrime karşı direnişi güçlendiriyor. Badia’nın belirttiği gibi her şey kısa sürede değişiyor: “Almanya imparatorlukla uyudu, cumhuriyetle uyandı. 7 Kasım’da, imparatorun otoritesi altında, bir prens, Maximilian von Baden, Reich Şansölyesi’ydi. 10’unda ise artık ne imparator ne prens ne de şansölye vardı; onların yerini, Halk Komiserleri ve İşçi Konseyleri Yürütme Komitesi almıştı” (1918 Alman Devriminde Spartakistler, s. 61).
KORKULAR VE HEDEFLER
Broué, Kasım 1918’den itibaren Almanya’da hükümet, çoğunlukçu sosyal demokratlar ve işçi konseyleri arasında yetki kavgalarının, iktidar çekişmeleri ve güç geriliminin baş gösterdiğine dair bir not düşüyor. Dahası, sosyalistlerin kendi arasındaki bazı görüş ayrılıkları da devrimin ilk günlerinde su yüzüne çıkıyor. Bu karmaşa ve gerilim, Almanya Komünist Partisi’nin kuruluşunu hızlandırıyor; kitlelerin örgütlenmesi, eylemler ve iktidar mücadelesi böylece resmi bir kimliğe kavuşuyor.
Broué, Almanya Komünist Partisi’nin tarihî önemini şöyle açıklamış: “Almanya Komünist Partisi, dünya devrimi için özel bir öneme sahiptir. Enternasyonal’in bütün partilerinin ondan, deneyiminden ve yanlışlarından ders alması, Rus örneğini göz önünde bulundurarak değil, bugünkü somut görevlerine bakarak onu eleştirmesi gerekir. Bu somut görevler ise geri kalmış bir ülkede kararlı bir şekilde kurulmuş bir partinin yardımıyla devrime başlamak değil, kaçınılmaz devrimci partiyi kurarak onu son derece gelişmiş bir ülkeye yaymaktır.”
Buradan, devrimin ve mücadelenin tamamlandığı sonucu çıkarılmamalı çünkü Rosa Luxemburg cinayeti, darbe girişimleri, soruşturmalar, baskılar, karşı-devrimci militarist eylemler, tasfiyeler, Weimar Cumhuriyeti’nin ilanı, koalisyonlar, parti içi muhalefet, grevler ve diğer kitle hareketleri, partinin kuruluşu sırasındaki belli başlı gelişmeler. Devrimin geleceği, silahlı mücadeleye girişip girişmeme ve enternasyonalizme yönelik tartışmalar ile partideki ayrışmalar, kitleleri kazanma politikasının devreye sokulması, faşist burjuvazinin emrindeki 600 bin kişi de dönemin diğer belirleyicileri.
Devrim sürecini kişiler, fikirler, tartışmalar ve eylemler açısından inceleyen Broué’ye göre Almanya Komünist Partisi’nin tarihi, “kayıp yanılsamalarının tarihi olmaya son verirken bugüne kadar devam eden bir mücadelenin tarihöncesi hâline geliyor.”
Broué’ye göre sürecin en önemli özelliği, şiddete başvuranların azınlıkta kalmasıydı ve bu durum, 1933’e kadar birkaç istisna dışında böyle devam etmişti. Storer, söz konusu zaman dilimini özetlerken Broué’nin yorumlarını destekleyen bir çözümleme yapıyor: “Savaş sonrası Almanyası’nda siyasi şiddet daha çok tepkiseldi. Ocak 1919’daki Spartakist Ayaklanma’dan sonra hükümet ve sağcı milisler, solun silahlı bir ayaklanma gerçekleştirmesinden korkarak düzeni sağlamak ve siyasi iradelerini ülkeye dayatmak için güç kullanmaya kalkıştı; bu durum, baskıyla karşılaşınca karşılık veren solu daha da radikalleştirdi. Buna rağmen, Almanların büyük çoğunluğunun siyasi tercihini göstermek için barışçıl gösterileri veya grevleri şiddetli çatışmaya tercih ettiğinin unutulmaması gerekir. Evet, bu türden gösteriler özellikle 1920’lerin başındaki sıcak ve bazen histerik siyasi ortamda şiddete dönüşebiliyordu ancak ateş edenlerin daima azınlık olduğu gerçeği apaçık ortadadır (…) Elbette ‘kriz yılları’ söz konusuydu; bu yıllar, yalnızca şiddet ve çalkantıyla dolu olmakla kalmıyor, aynı zamanda daha olumlu bir anlamda, bu belirsizlik ve kargaşa, geleceğin ucunun açık olduğu ve iyi ya da kötü her şeyin gerçekleşebileceği anlamına geliyordu. Bundan monarşinin tahkimi, askerî diktatörlük ya da bir Bolşevik İşçi Devleti değil, yüksek düzeyde halk desteğine sahip ılımlı bir parlamenter demokrasi çıktı” (Weimar Cumhuriyeti’nin Kısa Tarihi, s. 74-75).