Söyleşi ve inceleme yazılarıyla tanıdığımız Beril Erbil’in ilk kitabı ‘Aynadaki Porno Yıldızı’, Edisyon Kitap etiketiyle raflarda yerini aldı. Birbirinden bağımsız on bir öyküden oluşan kitap, kadınların dünyasını kadınların anlattığı, dildeki eril tahakkümü yıkan metinlerden oluşmakta.
‘Aynadaki Porno Yıldızı’nda her öykü farklı bir epigrafla başlayan müstakil bir metin. Kitaba adını veren, aynı zamanda kitabın ilk öyküsü olan metin, bir kadının ayna karşısında iç dünyasını ortaya koyarak hayatını tartmasını ele almakta. Tıpkı diğer öykülerde olduğu gibi kurgudan ziyade dil ve üslup ön planda. Bu bağlamda anlatıyla dirsek temasında ilerleyen öyküye uygun düşen bir metafor ayna. Zira ayna metaforu kadim çağlardan bu yana gerek dini gerek felsefi sorunsalları somutlaştırmak gerekse şiirlere yeni katmanlar eklemek için kullanılagelmiş. Zaten öykünün epigrafı, Virginia Woolf’un ‘Kendine Ait Bir Oda’ eserinden: “Bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir.” Öte yandan öykünün ilk cümlesi: “Aynada zaman geriye doğru akarmış. Sol elimin sevdası, sağ elimin aklı olurmuş. Arkamdaki gardırop karşımda durur, her şey yerli yerindeyken orada tersyüz olurmuş.” Böylece aynanın iki niteliğini tespit etmek mümkün: İlki, öyküde de vurgulandığı üzere insanı insana -şiddet ya da kahramanlık eylemleri dahil- yansıttığı için bir kayıt cihazı vazifesi görmesi, ikincisi sureti siretle, sireti suretle karıştırıp bir rüya iklimi yaratması. Nitekim bu, rüyaya çalan iklimde kim olduğunu sorgulayan kadın aynadaki kadınla cem olmakta.
Öte yandan, zihinsel düzlemdeki bu gerçek-hayal çatışması “Naciye Hanım ve Hayati Bey” öyküsünde hayatın ta kendisine sirayet etmekte. Çocuk Esirgeme Kurumu’nda yetiştiğini tahmin ettiğimiz ellili yaşlarda, tüm mahallenin önce yadırgasa da sonradan pek sevdiği şen kahkahalarıyla insanları hayran bırakan Naciye Hanım’ın hayatı aslında bir kurgu üzerine. Erken yaşta kitaplardan büyülenen ve kalemi elinden bırakmayan, Hayati Bey ile mutlu mesut bir yaşam süren Naciye Hanım’ın ölümü üstüne “Hayati Bey’in kayboluşu” da anlatılmakta. Mahallelinin asla görmediği fakat varlığından şüphe duymadığı Hayati Bey’in yokluğu, Naciye Hanım’ın masasının üzerinde kapı komşusu Sedef’e bıraktığı notlarda yazanlarla, Sedef’in Naciye Hanım’ın evine dair izlenimleriyle birlikte tekinsiz bir düzleme taşınmakta. Bu öyküyü diğerlerinden farklı kılan ise reel bir erkek figürünün bulunmaması. Oysa diğer öykülerde ister gizemli bir yabancı ister bir koca olsun, erkek figürleri somut ya da soyut şekilde var olmakta. Nitekim, “İmzasız Mektuplar” isimli öyküde bu tarz bir durum söz konusu. Öyküde, kocası “sayesinde” zengin bir hayat süren kadın aslında kendini altın kafeste hissetmekte. Üstelik adam, kadına psikolojik baskı uygulayarak onu sürekli “gözetim” altında tutmakta. Kadını bu esir hayatına hapseden adamın dikkatinden kaçan tek yer ise posta kutuları. Bu vasıtayla kadın, evli bir adamla mektuplaşmaya başlamış. Öykünün asıl çatışma noktası da burası çünkü kadın, mektup yazan adam daha ilk mektubunda evli olduğunu söylediği için onunla yazışmak istememesine rağmen ona cevap vermekte çünkü o imzasız mektuplar sayesinde var olduğunu hissetmekte, Berkeley’in dediği gibi “Var olmak algılanmaktır.” Ancak bu kişi, aynı zamanda bir iz sürücü, stalker. Omzuna dokunarak akşamki önemli yemeği hatırlatan “koca”, kadının somut dünyasında erkini inşa ederken gizemli adam ise kadının soyut dünyasında erkini inşa etmeye çalışmakta. Cenderedeki kadının direnişiyse “kararlı, ürkek, gözü kara” gençliğine yönelerek kendini yeniden hatırlaması, şeklinde. Bu noktada sonlanan öykü, ileride kadının bu cendereyi kıracağını muştuluyor gibi.
Nitekim, Parşömen Fanzin’deki röportajında “Öykü kendimi yakın hissettiğim bir edebi tür olmasının yanında bir bakış açısı ve ifade şekli benim için. Öyküdeki anları ve o anlardan bütüne varışı, anların arasında kalan boşlukları seviyorum” diyor Erbil. Bu doğrultuda hikâyenin boşluğu yazarın niyetine denk düşmekte. Yine aynı doğrultuda üç nokta kullanımını tercih eden ve duru ifadeyi ön plana çıkaran bir üslubu var yazarın. “Eve gidince yalınayak basacağım halılarımın yumuşaklığını, tenime değecek suyla kavuşacağım pürüzlerimi özlüyorum.” Bazı bazı duru ifadeler sert eleştirilere dönüşmekte: “Oysa kötü bir şey yapmadım. Ya cennetlik ya cehennemlik olmak öğretildiğinden beri ahlak bekçileri içimizde. Her şey siyah ya da beyaz. Öyle değil ki hayat…” Buradan hareketle öğretilene sığınan ya da onunla savaşan kadın karakterlere rastlamak mümkün, tıpkı “Arzu” isimli öyküde olduğu gibi. Üç kadının mükellef bir sofrada şarap içip sohbet ettiği öyküde kendini sönük hisseden Arzu’nun bir anda “Ben çok güzel pilav yaparım” demesi, kimliğiyle pilav arasında bir bağ kurması dikkate değer. Zira, pilav sayesinde iltifat alan, annesini yenen ve tüm olumsuzlukları “pirincin akında” temizleyen bir kadın o. Böylece “boşluk” yine karşımıza çıkmakta: “Pirincin içindeki taş kadar başarılarını pirinç taneleriyle çoğaltıp, elde edemediği tüm sevgilerin intikamını, yakıp kavuran isteklerinin kursağında yarattığı boşluğu bir pilav tenceresine hapsetmişti Arzu…” Son olarak, masada üç kadının mı olduğu yoksa Seçil’le Arzu’nun aynı kişi olduğu belirsiz, tıpkı Naciye Hanım’ın aslında Necmiye olması gibi öyküde bir gerilim, bir tekinsizlik unsuruna dönüşmekte bu durum.
İşte böyle ayrıntılarla kadına, kadın kimliğine değinen, kadının kadını anlattığı anlatıya çalan öykülerden mürekkep bir kitap ‘Aynadaki Porno Yıldızı’.