Mehmet Ertan
Alevilik literatürü söz konusu olduğunda bu alanda yürütülen çalışmaların üç ana sürekten hareket ettiğini gözlemliyoruz. Bu süreklerin en hacimlisi, farklı zaman dilimlerine odaklanarak Aleviliğin tarihini konu edinen çalışmalar. İkinci sürek sosyoloji çalışmaları; ki bunlar dışa kapalı kırsal bir yaşam örüntüsü üzerine bina edilmiş olan geleneksel Aleviliğin kentleşme süreci ekseninde, kentsel alanlarda nasıl bir dönüşüm yaşadığını anlamaya odaklanıyor. Alevi dernekleri üzerinden ya da yurttaşlık kavramı ekseninde Aleviliğin siyasi görünümünü konu edinen siyaset bilimi çalışmalarıysa literatürün büyümekte olan yeni bir süreği olarak göze çarpıyor.
Aleviliği konu edinen ama Alevilik çalışmalarının içerisinde yer verilip verilemeyeceği tartışmalı olan bir diğer saha da Aleviliğin temel metinlerini felsefi bir okumaya tâbi tutan ilahiyatçılardan geliyor. İlahiyatçıların çalışmalarını tartışmalı kılan, Aleviliğin tarihini, sosyolojisini ya da siyasi konumlanışını anlama çabasından çok, Aleviliği temel metinleri üzerinden nesneleştirerek onu İslam dairesi içinde bir yere yerleştirme çabası gütmeleri…
Yakın zamanda İletişim Yayınları’ndan çıkan Hüseyin Kırmızı’nın ‘Yasa’dan Buyruk’a: Hak Kuramı ve Aleviler’ başlıklı kitabı, Alevilerin temel metinlerinden birini, Buyruk’u, bir siyaset felsefesi okumasına tabi tutarak incelemesi bakımından öncü bir nitelik taşıyor. Çalışmanın öncülüğü yalnızca Alevilerin temel metinlerinden birini ilahiyat okuması değil de siyaset felsefesi okumasına tabi tutmasından kaynaklanmıyor; çalışmanın önsözünde Prof. Dr. Ayhan Yalçınkaya’nın da belirttiği üzere, Hüseyin Kırmızı bu kitapla “Aleviliği konuşmak” yerine “Aleviliği konuşturma” yolunu seçiyor; hak kuramları ekseninde yürütülen teorik tartışmaların süzgecinden Aleviliğe bakmayı değil, Aleviliğin temel metinlerinden birini hareket noktası alarak ve oradan hak kuramlarına bakarak Aleviliği özneleştirmeyi amaçlıyor.
‘Yasa’dan Buyruk’a’ öncelikle insan hakları ve Alevilik arasındaki ilişkiyi siyaset felsefesi perspektifinden bakarak tartışmaya açıyor. İnsan hakları kuramı, devletli bir toplumu veri alarak devlet karşısında bireyleri haklarla donatır. Peki, eşitsiz ilişkiler içinde toplumdan ayrışmış bir siyasi iktidarın yönetimi altında yaşamayan, iktidarı kendisinin de parçası olduğu topluluğun içinde deneyimleyen -en azından geleneksel-Alevilik için insan hakları kavramı nasıl tartışılabilir? Başka bir açıdan bakacak olursak, devleti referans alan bir hak sahipliği nosyonuna karşı kurucu ilkelerini devleti hesaba katmadan formüle eden Aleviler, insan hakları kavramının gelişimine ne gibi teorik imkânlar sağlayabilirler? Kırmızı’nın çalışması bu sorular üzerine verimli bir tartışma yürütüyor.
Kırmızı, çalışmanın giriş kısmında insan hakları kuramının gelişimine ilişkin tarihsel ve felsefi bir arka plan çiziyor. Hem Hobbes, Locke ve Paine gibi düşünürlerin insan hakları kavramının gelişimine sundukları teorik katkıyı hem de İnsan ve Yurttaş Hakları Evrensel Bildirgesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi gibi temel metinlerin insan hakları kavramına yüklediği politik içeriği etraflıca incelemeye başlıyor. Bu esnada da, “insan hakları”nın ontolojik bir çelişkisini ortaya koyuyor: İnsan haklarından yararlanabilmek için sadece insan olmanın yeterli olmaması. Kırmızı, önce Arendt’e referansla, insan haklarına sahip olmak için bir devletin yurttaşı olunması gerektiğini ve insanın sadece insan olmaktan kaynaklanan haklarını, bir devletle kurduğu siyasi aidiyeti kaybedip sadece insan olarak kaldığı anda kullanamadığının altını çiziyor. Sonra da Agamben’e referansla, ulus devlet düzeni içinde giderek büyüyen bir ara kategori haline gelen mültecilik üzerinden ulus-devletin siyasallaşma kanallarını nasıl tıkadığını tartışmaya açıyor. Bu tartışma esnasında, Marx, Badiou, Deleuze ve Gauchet gibi düşünürlerin insan hakları kavramına yönelik eleştirel katkılarını da okurların dikkatine sunuyor. Bu düşünürlerin ortak noktası insanın soyut bir kategori olarak ele alınmasını eleştirmeleridir, fakat bu radikal eleştiriye rağmen sorunsallaştırmadıkları bir nokta vardır: Devletin konumu. Mevcut insan hakları eleştirileri de -Agamben haricinde- devletli toplulukları veri alır ve devleti referans almayan bir topluluğun insanı nasıl konumlandırdığını anlamaya çalışmaz.
‘Yasa’dan Buyruk’a’ kitabının insan hakları kuramı literatürüne yönelik felsefi katkısı da burada ortaya çıkıyor: İktidarın, topluluğa dışsal bir devlet aygıtında cisimleşmediği, topluluğun içinde olduğu durumlarda, insanın kendisinin de bir parçası olduğu sosyo-politik güç ile nasıl bir hak ilişkisi kuracağını Alevi topluluklarını örnek alarak tartışmaya açmak. Burada kast edilen, Alevilerin devlet otoritesini tanımaması değil, geleneksel Aleviliğin devlet tarzı bir dışsal otoriteye ihtiyaç duymadan kendi grup içi ilişkilerini eşitlikçi kurucu ilkelerle düzenlemeye çalışmasıdır.
Çalışmaya adını veren “Yasa” kavramıyla anlatılmak istenen, bir topluluğu topluluk olarak var eden kurucu ilkeleridir. Aleviliğin dinsel öğretileri, bir siyasi iktidar tarafından homojenleştirilmediği için, Alevi topluluklar hakkında kesin ifadeler kullanılması güç bir muğlaklığı içlerinde barındırırlar. Ancak yine de Alevi toplulukları Alevi olarak nitelendirmemize imkân veren kurucu ilkeler vardır, ki Kırmızı da bunların eşitlikçi bir “Yasa” etrafında kurulduğunu ve çeşitli kurumlarla yeniden üretildiği iddia ediyor. Bu noktada kitabın adının ikinci kısmına geçiş mümkün hale geliyor. Kırmızı, İmam Cafer’in Buyruk’unu merkeze alarak bu eşitlikçi “Yasa”nın nasıl kurulduğunu ve yeniden üretildiğini ele almaya çalışıyor.
Bu çalışmada Alevi toplulukların kendi içinde iç yarılmaya uğramayan kandaş topluluklar olarak ele alınması, yazarın Pierre Clastres’in ‘Devlete Karşı Toplum’ kitabında yaptığı devletsiz toplum analizleriyle sık sık paralellikler kurulmasını da beraberinde getiriyor. Çalışmanın az sayıda eleştirilebilecek noktalarından biri de Clastres’in kandaş toplumlar kavramsallaştırmasının ve zorlayıcı olmayan iktidar biçimi üzerine tezlerinin kimi yerlerde, Alevi toplulukları konuşturma noktasında Buyruk’un önüne geçebilmesi. Buyruk’un talileşmeye başladığı bölümlerde de kitabın kuvvetli iddialarından biri olan “Alevileri konuşturma” ile “kandaş toplumlar veya zorlayıcı olmayan iktidar kavramları üzerinden Alevileri konuşma” arasındaki ayrım bulanıklaşabiliyor.
Çalışmanın insan hakları kuramlarını temel alan giriş ve birinci bölümlerinin ardından, Kırmızı ikinci ve üçüncü bölümlerde Buyruk üzerinden Alevi toplulukların toplumsal örgütlenme modellerini incelemeye koyuluyor. İkinci bölümde Buyruk’u üç konu ekseninde ele aldığını görüyoruz: Kırklar Cemi, Pirlik ve Rıza. Bir ibadet olarak Kırklar Cemi’nin düzenlenişi Alevilerde din ve hayatın iç içe geçtiğini gösterir. Cem için ayrı bir mekân ve müstakil bir zaman yoktur, çünkü mekânı belirleyecek ve zamanı daraltacak bir dışsal siyasi mekanizma yoktur. İktidar, dışsal bir siyasal olgu olmaktan ziyade toplumsalın içine sindiği için, din de toplumsal hayattan ayrı bir zaman ve mekâna hapsedilmeden dünyevi hayatla bütünleşir. Dedeler ve pirlerse devletin olmadığı toplumsal ilişkiler ağında eşitlikçi Yasa’yı konuşturan kişilerdir. Burada pirden beklenen yasayı uygulaması değil hatırlatmasıdır, çünkü Yasa’yı uygulayacak olan toplumun kendisidir. Buyruk, piri bir uygulayıcı kılmayarak pirlik makamını toplumu yöneten bir ayrıcalık makamı olmaktan çıkarmıştır. Pirlik bir ayrıcalık değil, Yasa’yı konuşma ve topluma hatırlatma vazifesidir. Rıza ise toplumun kendi üstünde bir siyasi otoriteyle yönetilmediği siyasi koşullar içinde kişinin toplumsal ilişkilerini yönlendiren ilke haline gelir. Rıza almanın ömür boyunca sürmesi, kişinin kendisini toplumun rızası içinde kurmasını sağlar.
Buyruk’un çizdiği toplumsal düzen, toplumun kendisini kendisi üstünde seyreden devlet tarzı bir siyasi mekanizma olmadan yönetmesine olanak tanır. Peki toplumun üstünde bir siyasi mekanizma yoksa cezalandırma pratikleri nasıl tatbik edilebilir? Cezanın verilmesi ve uygulanması, hiyerarşik açıdan üstün bir otoritenin varlığını zorunlu kılar. Alevilikte ise cezalandırmanın karşılığı olarak değerlendirilebilecek “düşkünlük” mekanizması cezalandırma edimine göre özsel bir farklılık gösterir, çünkü üstün bir hiyerarşik otorite tarafından değil toplum tarafından ilan edilir. “Gerçekleştirme” değil “ilan edilme” kelimesinin kullanılması bir yanlışlık değildir, çünkü aslında kendisini düşkün hale getiren, Yasa’yı çiğneyen kişinin kendisidir. Topluluksa görgü cemi esnasında bu kişiye rızalık vermeyerek, yani ondan razı olmayarak onun düşkünlüğünü ilan eder. Nitekim kitabın üçüncü bölümü de Buyruk’a referansla, yukarıda çizilen bu hat içinde, düşkünlük mekanizması ekseninde topluluk karşısında bireyin konumunu ele alıyor.
Kırmızı’nın çalışmasının ana iddiası insan haklarının devletli bir toplumu esas alarak formüle edildiği tezi. İnsan ile devlet arasındaki eşitsiz ilişki, yüceleştirilmiş bir devlet karşısında insanın da güçlendirilmesine ihtiyaç duymuş ve sonucu da insan hakları olmuş, ancak Buyruk’ta çizilen Alevi toplumsallığı, toplumun üstünde yer alan bir siyasi mekanizmayı referans almayan eşitlikçi bir toplum tasarımı ortaya koymuş durumda. Bu toplum tasarımı, hak ve sorumluluk veya özgürlük ve yasaklar gibi ikilikleri aşan bir bütüncüllük içinde, insanı haklarıyla donatmadan, onun en baştan hak ettiği yücelik üzerine bina edilmiş bir toplumsallık sunuyor.
Hüseyin Kırmızı’nın ‘Yasa’dan Buyruk’a’ başlıklı çalışması, Aleviliğin temel metinlerinden birini siyaset felsefesinin ve siyasal antropolojinin temel tartışma alanlarının süzgecinden geçirerek insan hakları kavramı temelinde verimli bir tartışma yürütüyor. Özellikle de Alevilerin sorunlarının ve taleplerinin insan hakları temelinde tartışıldığı güncel siyaset düzleminde, Aleviliğin toplumsal örgütlenme modelinin hak kavramına sağlayabileceği felsefi/normatif katkılara dikkat çekilmesi, bu alanda yürütülecek müstakbel çalışmalar için de kapıyı aralık bırakıyor.