Kraliyetle ilk karşılaşmamız genellikle edebiyat üzerinden olur. Göz kamaştırıcı prensesler, haşmetli prensler, hem bilge hem kurnaz krallar – hepsi bize hayat hakkında çok şey öğreten peri masallarının kahramanları olarak, büyülü hikayelerini sıkıca, Uyuyan Güzel’in etrafını saran dikenli çalılar misali örerler.
Kraliyetin tacından tahtına bütün motifleri, lanetler ve parlak kehanetlerle dile gelen ağır kader hissi, daha bilincine varacak yaşa bile gelmeden kolektif hayal dünyamıza iliştirilir.
Yetişkin yaşa geldiğimizde ise genellikle kraliyet mensubu olmanın “masalsı” yanının aslında iki farklı yüzü olduğunu fark ederiz. Evet önlerine kırmızı halılar serilir ama bu, içine doğdukları ve asla kaçamayacakları bir şöhrettir ve mücevherlerin ışıltılarına daima fotoğrafçıların flaş ışıkları eşlik eder. Saraylar çoğu zaman altın kafeslerdir de.
Fakat yine de kraliyet hikayelerinin büyüleyiciliğinden kaçmak kolay olmaz çünkü belki de bu modası geçmiş ama ilginç kurumun mensupları bizi, yetişkinliğin göz açtırmayan gerçekçiliğinde kaybolup giden, masallara tutkuyla inandığımız ve doyamadığımız o çocukluk günlerimize götürür.
İşte şu sırada yeni yayınlanan kraliyet dünyasına dair iki roman, “The Governess” (Mürebbiye) ve “A Most English Princess” (Gayet İngiliz Bir Prenses), yazarlarının, biyografi yazarları ve tarihçilerin bürokrasi ve protokol yüzünden asla giremeyecekleri kişisel derinliklere dalabilmeleri sayesinde bize tıpkı masallar gibi bu garip dünya hakkında epey şey anlatıyor. Belki de en çok, bizim çocukluğumuza çok şey katan bu kahramanların, kendi çocukluklarının ne kadar sorunlu olduğunu.
‘Mürebbiye’
“Mürebbiye”nin yazarı Wendy Holden çok popüler, çok satan bir romanın yazarı. “Gayet İngiliz Bir Prenses” ise Clare McHugh’un ilk romanı.
Her iki yazar da kraliyetle ilgili her şeye büyük ilgi duyarak büyümüş.
Holden, “Taçlar, kürkler çok gözalıcı ve büyüleyiciydi ama beni asıl çeken karakterlerdi. Bana her biri birer roman kahramanı gibi görünürdü ve bilinç altımda bile olsa onları hep bir roman içerisinde anlatmayı istedim. Ta ki Marion Crawford’ın inanılmaz hikayesi karşıma çıkana kadar. İşte o zaman konuya nasıl girebileceğimi gördüm” diyor.
Marion Crawford, Edinburg’un yoksul mahallelerinde öğretmenlik yapmayı planlayan toplumsal görev bilinç sahibi genç bir kadın. Ama sonunda hayat onu iki prensesin mürebbiyesi olmaya götürüyor: Şu anda İngiltere Kraliçesi olan -Lilibet diye anılan- Elizabeth ve kardeşi Margaret.
Kitap aileyi sinirlendirdi
Crawford 1948 yılında emekli olana kadar hayatının 17 yılını onlarla geçiriyor. Amcaları Edward’ın tahttan feragati, anne ve babalarının beklenmedik tahta çıkışı ve İkinci Dünya Savaşı gibi zorlu süreçlerde hep onların yanında oluyor. Ama emekli olduğunda Windsor hanedanıyla geçirdiği yılları anlattığı “The Little Princesses” (Küçük Prensesler) kitabını yazma gafletine düşüyor. Bu kitabın yayınlanması aileyi öyle öfkelendiriyor ki, adı ihanetle eşdeğer hale gelen Crawford aileyle bütün temasını kaybediyor.
Kraliyet için çalıştığı dönemde kısaca Crawfie adıyla anılan Marion Crawford hayatlarına girene kadar, iki prensesin elbiselerine hiç çamur sıçramamış ve hiç bir zaman bahçedeki patikalar dışında bile yürümelerine izin verilmemiş. Öylesine korunaklı bir hayatları var.
Prensesleri metroya bindirdi
Holden “Crawfie kendi iddialı fikirleriyle birlikte geldi ve onları, normal hayatları görsünler diye dış dünyaya çıkardı. Metroya bindirdi, Woolworth mağazasında alışverişe hatta halk plajına götürdü” diye anlatıyor.
Ülkedeki bütün kızlar kraliyet dünyasının pembe hayalleriyle uykulara dalarken Lilibet (Elizabeth) için en büyük heyecan Londra metrosunun yürüyen merdivenleri olmuştu. “Merdivenler hareket ediyor” diyerek haykırmıştı.
Holden “Crawfie, Lilibet ve Margaret’in çok resmi, yalıtılmış, çağdaş dünyada yeri kalmayan Viktoria dönemi (19. yüzyıl) tarzı bir hayat sürdürdüklerini düşünüyordu. Bunun her ikisi için de birer insan olarak ve pratikte de kraliyet ailesi üyeleri olarak iyi bir şey olmadığına kanaat getirmişti. Dolayısıyla onları sarayın dışına çıkardı ve onlara sıradan insanların nasıl yaşadığını gösterdi. Onlarda, kendisi işe başlayana kadar son derece bastırılmış olan mizah duygusu, yaratıcılık ve macera hislerinin gelişmesini teşvik etti” diye anlatıyor.
Wendy Holden aslında daha önce yazdığı kitapların dünya çapında satışı üç milyonu geçmiş başarılı bir yazar.
Fakat Crawford’dan esinlendiği “Mürebbiye” ilk tarihi romanı. Dönemle ilgili kısımları iyi yansıtabilmek için çok ön okuma yaptığını ama en büyük esin kaynağının kendi hayal gücü olduğunu söylüyor.
‘Gayet İngiliz Bir Prenses’
Kraliyet Ailesi’nin büyülü dünyasına dalan ikinci roman “Gayet İngiliz Bir Prenses”in yazarı Clare McHugh ise, 30 yıllık gazeteci. İlk romanını yazarken en büyük güçlüğü, kendisini hayal gücüne özgürce bırakma konusunda çekmiş.
Kitap, Kraliçe Victoria’nın en büyük çocuğu “Prenses Vicky”nin hayatı ve dönemin çalkantılı gelişmelerini konu alıyor. Uluslararası siyasetin bir piyonu olarak bir Alman Prens ile evlendirilen Prenses Vicky’nin bu evlilikten doğan oğlu, ileride dünyanın İkinci Kaiser Wilhelm olarak tanıdığı kişi olarak, ülkesini Birinci Dünya Savaşı’nın kucağına atmıştı.
Londra’da doğan ama şu anda Washington DC’de yaşayan yazar McHugh’un konuyla uzak bir aile bağı da var: İngiliz olan büyük-büyükbabası bir zamanlar, kitabın kahramanı Prenses Vicky’nin oğluyla, ileride Yedinci Edward olarak tahta geçecek olan kardeşini bir saraydan bir diğerine götüren aracı kullanmış.
McHugh’un en büyük sıkıntısı yazdıklarının gerçeklikten uzaklaşacağı kaygısı olmuş.
“Bir prensesin, sonra Alman İmparatoriçesi’nin, sonra da dev bir kalede yaşayan ve tek oğlunun küçümsediği acılı bir dulun iç dünyasını nasıl gerçeğe yakın bir şekilde tasavvur edebilirdim?” sorusuyla boğuştuğunu anlatıyor.
Bu sorusuna roman yazarı dostu Sandra Newman “Onun kafasının içine girip orada kalarak” diye yanıt vermiş.
Bu konuda Vicky’nin Almanya’dan annesine yazdığı mektuplar çok işine yaramış ama McHugh aynı zamanda Vicky’nin hayat hikayesini daha iyi anlamasını sağlayan bazı paralellikler de keşfetmiş.
“Kraliyet Ailesi her şeyden önce bir aile” diyor.
“Bütün ailelerde yaşanan, rekabetler, kırıcı kıyaslamalar, hepsi onlarda da yaşanıyor ama sonuçları daha büyük.”
En parlak ve becerikli çocuk
Kraliyet Ailesi mensuplarının hayatlarının, diğer insanlardan farklı olarak, doğdukları andan itibaren aileleriyle belirlenmesi gibi temel bir farklılık göz önüne alındığında, bu gerçekten ilginç bir kıyaslama.
Hayatta hangi aileye doğduklarından daha önemli bir şey yapabilmeleri hemen hemen imkansız. Üstelik ailede hangi sırada ve cinsiyette doğdukları da kaderlerini belirliyor.
McHugh’un romanının kahramanı Prenses Vicky’nin ailedeki konumu da bu bakımdan ilginç. Hem en büyük çocuk hem de Kraliçe Victoria ile eşi Prens Albert’ın 9 çocuğu içinde en parlak ve en becerikli olanı.
Cesur ve iyimser bir çocuk olan Vicky fen dersleri alıyor, Tom Amca’nın Kulübesi gibi kitaplar okuyor ve babasından politika ve tarih öğreniyor.
Ne var ki zamanın kraliyet kurallarına göre -erkek kardeşleri olduğu için- tahta geçme şansı yok. Ama diğer yandan kendi hayatı kendisinin belirlemesine izin verilemeyecek kadar “kıymetli”.
17 yaşına geldiğinde, babasının Almanya’ya çağdaş demokrasinin götürülmesi misyonunun bir parçası olarak, süslü kafesinden çıkarılıyor ve müstakbel Alman İmparatoru ve Prusya Kralı Üçüncü Frederick ile evlenmek üzere bir başka süslü kafese gönderiliyor.
McHugh, romanında, evliliğin ardındaki politik hesaplara rağmen, yeni evli Frederick ile Vicky arasında gerçek ve derin bir fiziksel yakınlık resmediyor.
Romanda, bütün prensesli hayallerini özetleyen bir an var. Çok güzel olmadığının farkında olan Vicky, İmparator Eugenie’nin kendisi için tasarladığı, şeftali rengi kadifeyle çevrilmiş beyaz dantel volanlı ve kumaştan çiçeklerle süslü gösterişli elbiseyle, Fransa’da bir baloya katılıyor.
Versailles Sarayı’na girmeyi “mücevherlerle süslenmiş dev bir hazine sandığına girmeye” benzetiyor.
Ama McHugh onun kişiliğinin, ayrıcalıklı yetişme biçimi yüzünden eksik kaldığını düşünüyor.
Kendisinden aşırı emin ama kimse yüzüne karşı onun hakkındaki fikrini açıkça söyleyemediğinden başkalarının ne düşündüğünden tamamen bihaber. Buna ek olarak babasının ona ettiği iltifatlar, annesinin onu kıskanmasına yol açıyor.
Bu konumu öldükten sonra bile onun aleyhine işliyor.
McHugh, “Tarihte önemi anlaşılamamış, başarısız, zavallı kraliyet mensuplarından biri gibi görülmüş. O zaman da şu anda da yaşanan bir şey bu. Önemli kişiler hakkındaki yorumlar genellikle düşmanca oluyor” diyor.
“Benim baktığım yerden Vicky tuhaf, nahoş ve kadın düşmanı bir dünyada elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan parlak bir karakterdi.”
McHugh günümüzde koşulların çok farklılaşmış olmasına karşın Prenses Diana, Prens Charles’ın eşi Camilla ve Prens Harry’nin eşi Meghan’la ilgili yaklaşımlara bakıldığında kadın düşmanı önyargıların hala epey kendisini hissettirdiğini düşünüyor.
Kraliyet Ailesi değişiyor mu?
Konumları icabı geleneklere dayansa da Kraliyet Aileleri de zaman içerisinde evriliyor.
Mürebbiye Marion Crawford, Kraliçe İkinci Elizabeth’in hayatından uzaklaştırılmış olabilir ama yazar Wendy Holden en önemli çağlarında yirmi yıla yakın yanında olmakla, Kraliçe’nin, hatta onun çocuklarını yetiştirme biçiminin üzerinde önemli etkisi olduğu kanısında.
“Bu günlerde insanlar Kraliçe’nin şakacılığından, onu tahtta olduğu süre içinde öne çıkaran özelliklerinden söz ettikleri zaman ben ister istemez Crawfie’yi düşünüyor ve her şeyin onunla başladığını hatırlıyorum” diyor.
Diğer yandan İngiltere Kraliyet ailesi fertleriyle ilgili olarak gündeme gelen bütün tartışmalar, son olarak Prens Harry ve eşi Meghan Markle’ın aileyle mesafelenmesi de dahil, aslında McHugh’a göre hep aynı temel noktayı hatırlatıyor.
Kraliyet mensupları ayrıcalıklığın sembolü olabilir ama aynı zamanda birer insan olarak çok tuhaf ve kişiliği zorlayan koşullar içine hapsolmuş oldukları da bir gerçek.
McHugh “Ben kendim için böyle bir hayat istemezdim. Kraliyet Ailesi mensubu olmanın bedelinin çok ağır olup olmadığını tartışmak gerekir. Onların ‘kullanılan insanlar’ olduklarını unutmayalım” diyor.